Bizden, sizden, onlardan... Şiir, deneme, makale... Biraz edebiyat, biraz siyaset, biraz hayat... Elimizden geldiğince, dilimizin döndüğünce...
Kars’ın Kurtuluşu ve Kâzım Karabekir Paşa
Bugün 30 Ekim. Kars’ın kurtuluşunun yıl dönümü. 29 Ekim günü bütün yurtta olduğu gibi Kars’ta da kutlandıktan sonra; ertesi gün için yani 30 Ekim gününde kutlanacak bir başka bayrama hazırlık yapılır. Kars’ta 2 gün üst üste bayram kutlamaları, resmigeçitler yapılır. Gençliğimizde o bayram günlerine katılıp bayram kutlamışlığımız, törenlerde yürümüşlüğümüz, eski belediye binası önünde, akşam saatlerinde düzenlenen eğlencelerde davul zurna eşliğinde oynamışlığımız vardır. Şimdi bu kutlamalarda neler yaparlar, ne tür etkinlikler olur doğrusu bilmiyorum. Zira Kars’tan temelli olarak ayrılışımın üstünden 32 yıl geçmiş…
Özlüyor muyum? Hem de nasıl… Hatırladıkça içim burkuluyor, kalbime sızılar giriyor. Çocuklarıma vasiyetimdir: öldüğümde beni doğduğum topraklara, babamın yanına gömsünler.
Efendim, 93 harbinde (1877 - 1878) Osmanlı – Rus savaşında, Gazi Ahmet Muhtar Paşa kumandasındaki Kafkas ordusu, ağır kış şartları altında verilen çetin savaşlar sonucunda yenilgiye uğrar. 75 bin askerden oluşan Rus ordusuna mukabil Osmanlı ordusu 20 bin askerden mürekkepti. Özellikle Alacadağ savaşında arkadan muhasaraya alınan Osmanlı ordusu 5-6 bin kadar ölü ve yaralı, 8 bin 500 kadar esir vererek büyük bir yenilgiye uğrar. Birkaç yüz süvari, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı Rus ordusuna esir düşmekten son anda kurtarırlar. Hâsılı, Kars ve havalisi Kasım 1877’de Rus ordusunun eline geçer.
Kars’ın Kurtuluşu ve Tarihi Önemi
Tam 43 yıl esareti yaşayan Kars, Doğu Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in emrindeki kuvvetler; 29 Eylül’de Sarıkamış’ı geri aldıktan sonra, 28 Ekim’de Kars’ı kurtarmak için harekete geçer ve 9. Kafkas Tümeninin şehre girmesiyle, 30 Ekim 1920’de kurtarılmış olur. Kars’a giren kuvvetlerin başında ise Deli Halit Paşa ( Halit Karsıalan) vardır. Bu kuvvetler daha sonra doğu yönünde ilerlemeye devam ederek, Başgedikler – Yahniler, Arpaçay ( Zaruşat), Kızılçakçak – Şöregel, Ağbaba yörelerini kurtararak, Gümrü’ye girer. 22 Kasım’da Ermeniler ile ateşkese gidilir ve 3 Aralık’ta günü ise Gümrü antlaşması imzalanır.
Kars ve havalisin kurtarılması T.B.M. Meclisi Hükümetini ilk resmi zaferi, Gümrü antlaşması ise ilk resmi antlaşması bakımından çok önem arz etmektedir. Maalesef bu zafer ve antlaşma aşağıda anlatmaya çalışacağım nedenlerden dolayı, resmi tarih tarafından görmezlikten gelinmiş, şöyle bir üstünkörü değinilmiştir. Oysa Doğu Cephesi zaferleri, yeni yeni toparlanmaya başlayan T.B.M. Meclisi ordularına moral, Gümrü antlaşması ise bu hükümete uluslar arası resmiyet kazandırmıştır.
Kâzım Karabekir Paşa
Z. Mahir Baranseli’nin kitabına verdiği ad ile “Doğunun Kurtarıcısı Kâzım Karabekir” (Çok önemli ve adeta bir kaynak eserdir. Nerdeyse 40 yıl önce okumuştum. Şimdi elimde yok diye çok hayıflanıyorum.) bizim doğu illerimizde çok sevilir çok sayılır. Kendisi ayrıca “fakir fukara babası” olarak bilinir ve anılır. Gerek Birinci Dünya Savaşı sırasında gerekse de Milli Mücadele döneminde 6 bin kadar yetim çocuğun bakımını üstlenmiş, onlara hamilik, babalık yapmıştır.
Burada bir parantez açarak, kızı Timsal Hanımefendinin ağzından bir anekdot aktarmak istiyorum.
“Sivas’ın bir köyünde bana da öğretmenlik yapmam için bir sınıf verdiler. 1960 senesi idi. 19 yaşındaydım. Bir gün "Sabri Koçak albay seni çağırıyor" dediler. "Beni niye çağırsın?" dedim. Odasına gittiğimde elini şöyle bir omzuma koydu "Bak kardeşim" dedi, ‘Senin baban senden önce benim babamdı’ Babamın yetim çocuklarındanmış Sabri Koçak Paşa da."
Bizim büyüklerimiz, yani 1880’li yıllardan sonra doğan dedelerimiz O’ndan ya sadece Kâzım Paşa ya da Kara Kâzım Paşa diye bahsedelerdi. Şimdi, yukarıda Allah var. Karslı büyüklerimiz asla O’na vefasızlık etmemişlerdir.
Şehrin en değerli ve işlek caddesine adını vermişler, Kars Garının (Demiryolları) batısındaki geniş bir alana (şehir merkezine bakan taraf) onun heykelini dikmişlerdir. Keza Halit Paşa’nın da adı bir caddeye verilmiştir.
Şimdi diyeceksiniz “ Bunun neresinde vefa var? Türkiye’nin her tarafında Kurtuluş Savaşı Kahramanlarının adları var. Karslılar da doğal olarak kurtarıcılarının adlarını önemli caddelere vermişler.” Ben de size “ çok haklısınız” derdim. Aşağıda kısa kısa vermeye çalışacağım olaylardan sonra, her babayiğidin harcı değil bu vefayı göstermek demek zorunda kalıyor insan.
Kâzım Karabekir’in Milli Mücadelede ve sonrasında kurulan Cumhuriyet için oynadığı kilit rol
Mustafa Kemal Paşa Ordu Müfettişliği görevinden istifa eder. Yer Erzurum.
Gelin gerisini “ Kâzım Karabekir Anlatıyor – Uğur Mumcu adlı eserden okuyalım. S.36,37 (Bu hadiseyi –aklımda kaldığı kadarıyla- Mahir Baranseli yukarıda bahsettiğim eserinde, M. Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas’ın ağzından ve biraz farklı biçimde anlatıyordu. Meramı anlatmak bakımından büyük ölçüde örtüşmeler var. Ve o kitap elimde olmadığı için, merhum Uğur Mumcu’nun eserinde yer alanı yazıyorum. C.K.)
“ ‘Paşam, siz askerlikten istifa ettiniz. Benim bundan sonra vazifeme devam imkânım kalmadı. Müsaadenizle Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’dan askeri bir vazife isteyeceğim. Evrakı kime teslim etmemi emrediyorsunuz?’
‘ Ya öyle mi efendim? Peki efendim. Evrakı Hüsrev Bey’e devir edin efendim.’
Bu konuşma, Erzurum’da bugün de Atatürk Evi olarak bilinen evde 10 Temmuz 1919 günü Mustafa Kemal Paşa ile Miralay Kâzım Bey arasında geçiyordu.
Mustafa Kemal ile Samsun’a çıkan 3. Ordu Kurmay Başkanı Miralay Kâzım Bey (Dirik) Erzurum’da askerlikten çekilen Mustafa Kemal Paşa’ya artık kendisi ile çalışmayacağını bildiriyordu.
Kâzım Bey selam verip odadan çıkar.
(…..)
Yaveri Cevat Abbas odaya girer ve Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir’in geldiğini haber verir.
Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşanın, Mustafa Kemal ile Rauf Bey’in tutuklanmalarını isteyen emri Kâzım Karabekir’e ulaşmıştır.Mustafa Kemal bu yüzden tedirgindir. Rauf Bey’e anlamlı bakar ve yaveri Cevat Abbas’a ‘Buyursunlar’ der. Mustafa Kemal tutuklanmayı beklemektedir.
Karabekir, odaya girerek Mustafa Kemal Paşayı saygıyla selamlar ve şunları söyler:
‘Kumandamda bulunan zabıtan ve efradın hürmet ve tazimlerini arza geldim. Siz bundan evvel olduğu gibi bundan böyle de muhterem kumandanımızsınız. Kolordu komutanına mahsus araba ile maiyetinize bir takım süvari getirdim. Hepimiz emrinizdeyiz.’
Mustafa Kemal, Karabekir’in üstüne atlayarak bu eski arkadaşının boynuna sarılır ve birkaç kez öper.
Yazgı değişmiştir.”
Evet, yazgı değişmemiş olsaydı; Mustafa Kemal Paşa o gün tutuklanıp İstanbul’a gönderilseydi Milli Mücadele başlar mıydı? Bugün elimizde bulunan son vatan parçası kurtarılıp Cumhuriyet kurulur muydu? Bu soruların cevabını sadece Allah bilir.
Pekiyi, sonra ne oldu da, yazgıyı değiştiren adam zulümlere maruz kaldı?!
Kısa kısa geçelim. Kars’ın kurtuluşundan sonra Kâzım Karabekir Paşa,31 Ekim 1920'de Ferik ( Korgeneral ) rütbesini alır. 3 Aralık 1921'de TBMM Murahhası sıfatıyla Gümrü Antlaşması'nı imzaladıktan sonra; 18 Ekim 1921'de biten Kars Konferansı'na Türkiye Baş Murrahası olarak katılır. Ayrıca bu konferansa başkanlık yaparak; 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşmasını imzalar. 15 Ekim 1922'de Ankara'ya gelen Kâzım Karabekir, Edirne Milletvekili sıfatı ile meclis çalışmalarına devam eder. 17 Şubat 1923'de Türkiye'de ilk defa toplanan İzmir İktisat Kongresine başkanlık yapar ve 29 Haziran 1923'de TBMM'nin İkinci Devresi'nde İstanbul Milletvekili seçildiği dönemde; Doğu Cephesi komutanlığı görevini de fiili olarak devam ettirmektedir. 21 Kasım 1923'de "Milli Mücadelemizde Siyasi ve Savaş Yararlılığı" görülenlere verilen yeşil ve kırmızı şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir. Kâzım Karabekir, 21 Ekim 1923'de son askeri görevi olan I. Ordu Müfettişliği''ne atanır. 26 Ekim 1924'de bu görevinden istifa ederek sadece siyasi alanda faaliyet gösterir.
Her Devrim Kendi Çocuklarını Yer
Kâzım Karabekir, 17 Kasım 1924'de TPCF (Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası) kurucuları arasında yer alarak; bir süre sonrada bu partinin başkanı oldu. Fethi Okyar hükümetinin düşürülmesinden sonra kurulan İsmet (İnönü) Bey Hükümeti'nin Takrir-i Sükun Kanunu çıkarmasından sonra Doğuda Şeyh Sait İsyanı çıkınca ve bu isyanda TPCF'nin de rolü olduğu iddia edilir. Böylece 5 Haziran 1925'de Bakanlar Kurulu kararı ile TPCF kapatılır.
1926’da Mustafa Kemal Paşa’ya tertiplenen İzmir suikastı ile ilgili olarak; astığı astık – kestiği kestik, temyizi olmayan İstiklal Mahkemesinde yargılanır ve beraat eder.
Gene kızının, Timsal Hanımın ağzından İstiklal Mahkemesi:
“ Mahkeme başlıyor, salonda bulunan bütün subaylar ayakta. Mahkeme Başkanı Kel Ali (Ali Çetinkaya) içeri giriyor ve subaylara oturun diyor. Ancak bütün subaylar ayakta, Karabekir Paşa arkasına dönerek eliyle ourmalarını gösteriyor ve subaylar oturuyorlar.”
“Suikast mahkemesi çok enteresandır. Bütün askerler silahlarını masaya koyup bekliyorlar. O sırada, askeri, bir manevra ile Çeşme’ye çekmek istiyorlar. Hiçbiri gitmiyor. Ve hatta diyorlar ki "Paşaların, bilhassa Kâzım Karabekir"in aleyhine bir karar alınırsa burayı yok ederiz. Durumu Mustafa Kemal Paşa’ya iletiyorlar. ‘Beraat ettirin paşaları"’kararı alınıyor. Yani paşalar çok kolay beraat etmiyorlar ya da çok kolay beraat etmeleri istenmiyor."
Bu hadiseden sonra Karabekir, 1927 senesinde emekliye ayrılır ve İstanbul"a yerleşerek kabuğuna çekilir. Kayınpederinin yardımı ile de, bugün müzeye dönüştürülen köşkü satın alır. Burada 1930’dan 1938 yılına kadar çok dar bir çevre ile temas kurar. Onu bu dönemde yalnız bırakmayanların başında Nevzat Ayasbeyoğlu, Cafer Tayyar Eğilmez, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gelmektedir. Evi basılır, 40 çuval kitap toplanarak götürülür. Bütün hatıraları imha edilir.
Kızının Timsal Hanımın ağzından: “Köşkün karşısındaki yerde polisler yuvalanmıştı. Kâzım Karabekir evinden çıktığı anda arkasında mutlaka polis takibi vardı. Ve babam yüreği o kadar iyi bir insandı ki, bazen tramvaya binermiş, bakarmış ki polis aşağıda kaldı. Hemen vururmuş cama ‘Oğlum, Cafer Tayyar’a gidiyorum, oraya gel’ dermiş. Annem de kızarmış ‘Niye söyledin? Madem atlattık, bırak’ diye. Babam ‘Onlar da ekmek için bu işi yapıyorlar. Ekmeklerinden olurlar’ dermiş. Annem biraz daha sert bir hanımdı. Erenköy Tren İstasyonu’na gelirlermiş, bakarlarmış iki tane polis arkalarında. Hemen "Gel bakayım çocuğum buraya. Eve kadar nasılsa geleceksiniz şu paketleri taşıyın bari" dermiş."
Kızı Hayat Hanımın ağzından: “Ramazan ayında ikiz kardeşim Emel ile beraber okulda oruçluyuz. Sene 1938. İlkokul 4. sınıfta oruç tutan birçok arkadaşımız var. Oruç tuttuğumuz için büyük bir mutluluk içindeyiz. O gün hocamız `Çocuklar bugün kimler oruçlu?` dedi. Hemen benle kardeşimi kürsüye çağırdı ve birer bardak su doldurdu, bize zorla içirdi. Sonra `Paşanın kızlarının orucunu bozdum` diye Maarif Müdürlüğüne haber gönderdi. Bu olay, beni çok etkiledi, yıllardır içimde kalan bir acı”
İki Damla Göz Yaşı (Kâzım Karabekir)
Yetmiş lira ile bir emekli adam!
İken, ikiz kızımız da doğdu. Tamam,
Evet... Tamam, çünkü kaçıyor herkes benden,
Ve ben sabahları erken,
Yavruların hazırlıyorum sütlerini,
Kaçıp gitti evdekiler,
Parasız kim, kimi bekler?
Tam bu sırada hastalık saldırdı bize,
İki yavrumla anneleri diz dize,
Sancılar altında kıvranıyorlardı,
Hayatımın artık kalmamıştı tadı,
Kalmamıştı elimde hiç satacak,
Pekiyi... Ya bu hastalara kim bakacak?
Kars halkı için bir başka kahraman olan Halit Paşa ise 1925 yılında Meclis koridorlarında Kel Ali tarafından vurularak öldürülür. Kel Ali için soruşturma açılmaz, taltif edilir ve İstiklal Mahkemesi başkanı olur.
Yılmaz Karakoyunlu, Üç Aliler Divanı isimli kitabında şöyle yazar: (Mealen) “İstiklal Mahkemesi bittikten sonra Anakara’da akşam balo tertiplendi. Balonun bitimiyle dışarı çıkan üç Aliler, Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’nin yanlarına sıfır kilometre birer otomobil yanaştı. Üçü de yeni otomobillerine binerek evlerine gittiler.”
Son olarak Atatürk’ün helalleşme isteği, kızı Timsal Hanımın ağzından: “Atatürk 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda tertiplenen uluslararası bir Tarih ve Dil Kongresi’ne kendisini de çağırmış ve o da davete icabet etmiştir. Ancak, Karabekir, eşine verdiği söz yüzünden kongreden erken ayrılınca Atatürk’le görüşebilme imkânı bulamaz. Dolayısıyla ikisi arasındaki bu durum yine çözülemez: "Atatürk Dolmabahçe"de hasta yatarken "Çağırın Kâzım’ı helalleşmek istiyorum" diyor. Babama onu da bildirmiyorlar. Hatta ablamdan duyduğuma göre "Gider miydin babacığım?" dediği zaman "Tabii giderdim. O Mustafa Kemal’di" diyor."
Dedelerimin Kâzım Karabekir Paşası, bu olanlardan sonra siyasete ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü’nün daveti ile 1938 yılında döner. İstanbul milletvekilliği yapar. 1946-48 arasında da TBMM Başkanlığı"na getirilir. 26 Ocak 1948'de kalp krizinden hayata gözlerini yumar.
Mekânı Cennet olsun…
Paşamın akranları olan Cennet mekân dedelerim Hacı Hüseyin Kılıç, 1965 yılında 85 yaşında, diğeri Hasan Erdoğan ise 1989 yılında 100 yaşını aştıktan sonra, vefat ettiler. Merhum babam Kerim Kılıç ise 1336 (1920) doğumludur. Yani Kars’ın kurtuluş yılında, tahminen mart ayında doğmuştur.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı bütün ulusumuza, 30 Ekim Kars’ın kurtuluşu Karslı aziz hemşehrilerime kutlu olsun.
Cahit KILIÇ
30 Ekim 2009 / İstanbul
Not: Her iki dedemden (babamın ve annemin babaları) dinlediğim, İstiklal Harbine bizzat katılarak yaşadıkları savaşı ve tanık oldukları olayları da yazmayı düşünmüştüm. Fakat yazı çok uzun oldu. Uzun yazılar okuyucuyu sıkıyor, birinci ve son paragrafa bir göz atarak gitmelerine sebep oluyor. Bu nedenle yazmaktan vazgeçtim. Belki bir başka yazıda anlatırım inşallah.
Elagöz Dağı ve Çocuk
Bizim bölgemizde, en yüksek yerleşim birimlerinden en düşük rakımlarda, düz ovalarda yaşayanların sabah akşam karşılarına çıkan en büyük varlık; Elagöz Dağı’nın (Yöre halkı Eleyez, Elayöz veya Elegez olarak telaffuz etmektedir.) heybetli görüntüsüdür. Karadeniz’in doğusundan güneye doğru uzanan Küçük Kafkasların en son ve en yüksek noktasıdır Elagöz. Kuzeyindeki sıra dağların çıplak gözle görülen uzaktan görüntüsü bile ürkütücüdür, korkunçtur. Bu dağların eteklerinde bile yaşamak; en az altı ay kar altında ve eksi 40 derece soğukta, tabiatın insanoğlunun önüne adeta set çektiği zorluklarla boğuşarak yaşaması anlamına gelir.
Baharda; sabahın erken saatlerinde kalkanları Elagöz Dağı karşılar. Güneş ilk ışıklarını dağın doruğundan batıya doğru uzatırken, batı yamaçları alçak bulutların gölgesi altında kalır. Temmuz – ağustos aylarında bile yarık olan zirvesi beyaz karlarla örtülüdür. Yaz aylarında akşam güneşi ufukta kaybolduğunda Elagöz’ün zirvesi kızılımsı güneş ışıklarının yansımasıyla adeta bir renk cümbüşü oluşturur. Dört bir yanı karanlık sarmaya başlarken, Elagöz’ün zirvesi ışıl ışıldır. Güneş onu daha terk etmemiş, o daha güneşe iyi geceler dememiştir. Duyguların doruğunu soluyanların yıldızlara ulaşacağı yol; bu dağın zirvesinden mi geçer acaba!
Doğu tarafında bulunan yaylaları, baharda açılan envai çeşit çiçeklerin etrafa yaydığı mis gibi kokuları, gözlere cennet misali manzaralar sunan görüntüleri, şırıl şırıl akan pınarları, bol oksijenli tertemiz havası, platolarda yayılan koyun, kuzuları ve insanoğluna Tanrı’nın bahşettiği bu güzelliklerin yanı sıra tamamen doğal besinleriyle cana can katarlar. Daha aşağılara inildiğinde ise tarıma elverişli geniş ovaları ile karşılaşırsınız… Arpa, buğday, şeker pancarı, bostan sebzeleri… Daha güneyde narenciye, karpuz, kavun ve pamuk tarlaları alabildiğince uzanır…
Bir de anlatılan efsanesi vardır Elagöz’ün…
Ağrı ile Elagöz iki kız kardeştirler. Evin içinde sürekli kavga eden, bir türlü geçinemeyen iki kardeş…
Ağrı evlenerek evden ayrılır. Bir süre sonra karnı burnunda hamile bir gelin olarak baba evine misafir gelir. Bir iki gün iyi geçinen kız kardeşler, üçüncü gün şiddetli bir kavgaya tutuşurlar. Ağrı, sert bir cisimle Elagöz’ün kafasını kırar (yöre ağzıyla: başını yarar), Elagöz’de Ağrı’nın karnını tekmeleyerek onun çocuk düşürmesine sebep olur. Bu duruma öfkelenen Tanrı, onları birer dağa dönüştürerek cezalandırır. Böylelikle Ağrı’nın yanı başında düşürdüğü çocuğu, Küçük Ağrı Dağı yükselirken, Elagöz’ün de kafası yarık olarak kalır.
* * *
Kuzeyden esen Demirkazık rüzgârının başlattığı tipinin göz gözü görmediği bir kış gününde, okul çıkışı çantasını sırtına vurarak 7 km. yolu yürüyerek evine gitmeye çalışan, on yaşındaki ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi çocuk; önce yolu bulacaktır ama görüş mesafesi sadece 10,15 metredir. Şiddetli tipinin ağzına doldurduğu kar tanecikleri, nefesini kesmektedir, eğer bir tedbir almazsa boğularak ölmesi muhtemeldir. Donmak üzere olan elleriyle baba yadigârı atkısını, sadece gözleri görünecek şekilde yüzünü ve özellikle de ağzını kapatmak için kullanır. Karahan çayı donmuştur. Onu geçmekte bir engel yoktur ama beş yüz metre ötede geçmesi gereken bir çay daha vardır.
Terelik suyu, Gökdağ’ın eteğinden çıkan pınarların oluşturduğu küçük bir çaydır. Üstünde herhangi bir köprü yoktur. Eksi 25,30 derece soğuğa rağmen bu su donmamaktadır. Yöre halkı bu suyu “ kara su” diye adlandırır. Yaz aylarının en sıcak günlerinde bile, parmağını içinde üç dakika tutamazsın, zira dondurur. Kış aylarında ise en sert soğuklarda bile üstünden buhar çıkar ve kenarlarında veya içindeki küçük adacıklarda yemyeşil su teresi biter. Yöre halkı bu tereyi ve o suda yaşayan “kızıl alabalık”ları bazı hastalıklara iyi gelir diye ilaç olarak kullanırlar.
Terelik suyuna ulaşan çocuk; kendi boyundan yüksek karla, bir girdap gibi dönen boranla uğraşırken; bir de bu suyun içindeki küçük kayaların üstünden sıçraya zıplaya geçmek zorundadır. Bu küçük kayaların üstüne dalgaların savurduğu su damlacıkları donarak bir buz tabakası oluşturmaktadır. Birinden ötekine sıçrarken ayağın bir kaydı mı, iki seksen suyun içine uzandın demektir. Bu da sudan çıkıp da daha iki yüz metre yürümeden kaskatı buz kesilip donacağının resmidir. Çocuk bunun bilincindedir ve içinden “ Şu meret Terelik suyu neden donmaz ki ” diyerek ağlamak istemektedir. Bu yüzden en kötü ihtimalle bir ayağını ıslatıp, yürüyeceği için ayağını sıcak tutmayı hesaplamaktadır. Nitekim öyle de olmuş, bir ayağı kayarak ıslanmıştır. Ayaklarında lastik ayakkabılar ve anasının elle ördüğü yün çoraplar vardır. Ayağındaki lastik ayakkabılar; seneye de giysin diye bir numara büyük alınmıştır. Zaten karın doldurduğu o bir numara büyük boşluğu şimdi bir de buz doldurmuş olacaktır. Her şeye rağmen küçücük yüreği bu zorlukları yeneceğine inanmaktadır.
Suyu geçtikten ve beş altı yüz metre daha yürüdükten sonra dereden sağa doğru çıkması gerektiğinden, dere boyunca yolu kaybetme ihtimali yoktur. Yol boyunca kayalara göz aşinalığı vardır. Onları teker geçip dereden çıkmayı başarır. Bu merhaleden sonra önüne bir düzlük çıkacaktır ve görüş mesafesi çok az olduğundan yolunu kaybetme tehlikesi yüksektir. Düzlüğe çıkıp bir müddet daha doğru yolda olduğuna inandığı istikamete devam eder. Islak ayağı yavaş yavaş donma sinyalleri vermektedir. Fakat hayret edilecek bir durumun meydana geldiğini hissetmektedir. Boran gittikçe şiddetini yitirmekte, görüş mesafesi biraz daha açılmaktadır. Birazdan önüne küçük bir tepe çıkması lazım, çıkar ve aşarsa Pirveli yaylası görünecektir. Yaylanın eteğini geçti mi al sana Sütlü bulak.
Küçük tepeyi de hesapladığı gibi aşar ama yayla mayla görünmüyor. Biraz daha ilerlerse yolunu şaşırma ihtimali onu çok korkutmaktadır. Umut ve umutsuzluk arasında yürümeye devam dedi…
Ne kadar yürüdü farkında değil ama tipi de diniyor git gide… Rüzgârla birlikte yüzüne çarpan kar taneleri arasında güneş ışınlarının sızdığını fark etti birden. Ağlamaklı ıslak gözlerinde bir sevinç belirdi. Görüş mesafesi biraz daha açıldı, sağdaki yamacın yaylanın eteği olduğuna inandı ve yamaca doğru inanç ve sevinçle ve de tükenmek üzere olduğu gücünün tamamını kullanarak yürümeye devam etti. Yamaca ulaştığında güneş ışınlarının iyice hissedildiğini fark etti. Küçük bir mola verip az dinlenmek istedi. Durdu, derin bir soluk aldı. Sağı solu kolaçan etti, başını doğuya doğru çevirdi ve karşısında Elagöz dağının zirvesini gördü…
Hayret edilecek bir durumdu. Önündeki vadi giderek şiddeti azalmış olsa bile fırtınadan görünmezken, yeryüzüne paralel bir tabaka oluşturan kar fırtınasını delerek, görünen bu azametli zirve onun yön pusulası olacaktı.
Yürüdü… Donmuş olan sağ ayağını artık hissetmiyordu… Sütlü bulak tepesini tırmandı, akşam güneşi önündeydi artık. Görüş açılmıştı, evler karşısında, Elagöz güneydoğusunda…
O çocuk, bugün bu satırları yazarken; çocuk dünyasının hayal âlemine bir kahraman gibi yerleştirdiği o dağı, bugün de hayatının bir parçasından ayrılmış gibi özlemektedir.
Bin yıllık Türk yurdu olan Elagöz Dağı, maalesef Ermenistan sınırları içindedir.Ümidim ve inancım o dur ki; onlar Ağrı Dağı’nı geri alma hayalleri kurarken, bu kadim Türk toprağı bir gün gelecek gerçek sahiplerinin eline geçecektir.
Bundan 30 yıl önce Sovyetler Birliği’nin dağılacağını, Türk Cumhuriyetlerinin birer bağımsız devlet olarak uluslar arası toplumda yerlerini alacağını söyleyenlere deli gözüyle bakar, gülüp geçerlerdi. Belki bugün benim bu temennime de gülenler olacaktır. Varsın gülsünler. Gerçek ortadadır ve hak sahibi de bizim milletimizdir. Bu düşüncelerim, asla katı milliyetçiliğin, şovenizmin sonucu olarak dilimden sadır olmuş değildir. Sadece hak sahibi olmamıza inancımın tezahürüdür.
Cahit KILIÇ
İstanbul / 3 Kasım 2009