|
|
|
ANA BAŞLIKLAR |
|
|
|
Bu sayfalarda yayımlanan yazı ve şiirlerin tamamı Cahit Kılıç'a aittir. Bütün telif hakları yazara ait olup, isim verilmeden yayımlanamaz ve kopya edilemez. |
|
|
|
|
|
|
|
DENEMELER |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yolda Geçmişe Kısa Bir Yolculuk!
Ankara’ya gidecekti. Akşam saatlerinde tren ile gitmek otobüsle gitmekten daha iyidir diye düşündü. Evden, sadece küçük evrak çantasını aldı. Nasıl olsa ertesi gün Ankara’da ki işini bitirip akşam tekrar dönecekti. Fazla bir şey almasına gerek yoktu. Karaköy iskelesinden vapura bindi, üst kata çıkarak açık kısımda oturdu. Sigara içerim bir de çay iyi gelir düşüncesiyle. Fakat hava buz gibiydi. Rüzgar sert esiyordu. Sigarasını ve çayını içtikten sonra aşağıya indi. Nihayet vapur iskeleye yanaştı. Gişelere gidip bir kuşetli bileti aldı. Gece treni çok kalabalık değildi. Kompartıman numarasını bulup oturdu. Henüz erkendi belki başka yolcularda gelebilirdi. Ancak tren hareket edince anladı ki yalnız yolculuk yapacaktı. İstasyonları sırasıyla bir bir geçtiler, Bostancı, Kartalve Pendik istasyonlarında binen olmadı boş kompartımana…
Hah dedi…Güzelce uyurum Anakara’ya kadar artık…
***
Gebze istasyonunda, kompartıman kapısı açıldı, yetmiş yaşlarında, fötr şapkalı, buruşuk pardösülü bir amca geldi. Temiz yüzlü, görmüş geçirmiş birine benziyordu. Selam verip aldılar, karşılıklı hayırlı yolculuklar dilediler birbirlerine. Fakat beş – on dakika sonra anlaşıldı ki amca bey konuşmayı çok seviyordu.Emekli öğretmenmiş. Doğuda okul müdürlükleri yapmış. Şimdi Gebze’de oturuyormuş ama Ankara’da kızı çalışıyormuş. Ziyaret edip, birkaç gün de kaldıktan sonra dönecekmiş. Buraya kadar anlatılanları sessizce dinledi ara sıra “ha öylemi” “ne kadar güzel” “ha evet “ diye karşılıklar verdi hep. Ancak, uyumak istiyordu. Amcanın ise uyumaya hiç niyeti yoktu anlaşılan.
***
Hereke istasyonu geçildi. Amca yetmişli yılları anlatıyordu.Doğuda çok şey yaşamıştı.
- Çok kötü günler yaşadık oğlum…Senin de yaşın müsait hatırlarsın!
Hatırlamaz mıydı. Cam buğulanmıştı, hafifçe ellerliye camı silip dışarı bakmak istedi. Camın kirli olduğunu görünce cebinde kağıt mendili çıkarıp , camı bir daha sildi. İzmit’in ışıkları pırıl pırıl yanıyordu.Yetmişli yılların karanlığına dönmek istemiyordu o. “Ah… Amcacığım ne olur bir sussan artık” demek geçiyordu içinden, diyemedi. Hicabı mani olmuştu halini ifade etmeye.
***
Küçük şehirlerde hemen hemen herkes birbirini tanır. Arkadaş çevresi geniş olanlar, daha çok tanınanlardır. Gece saat on bir-on ikiyi geçer geçmez bombalar patlardı. Aileler, anneler babalar evlatlarını korumak için sabaha kadar uyumazlardı. Sokaklar tutulur, köşe başlarında mevzi edinilir, nice masum insanlara dayak atılır yada öldürülürdü.Sokakta ki güç dengeleri hükümet değişiklikleri ile el değiştirirdi. İşte, o yıllar gözünün önünden birer birer geçiyordu.
Amca, maşallah makineli tüfek gibi konuşmaya devam ediyordu.
***
Düzen bozuktu ve kesinlikle değiştirilecekti. Tek yol devrimdi. Gencecik fidanlar tek tek devriliyordu. Devrim kansız olmazdı.Vatan, millet, bayrak diyen herkes faşistti. Tüm zenginlerin malına el konacaktı. Hakça paylaşım sağlanacaktı. Burjuvazinin beli kırılacak, Proletarya iktidara taşınacaktı. Tıpkı Sovyetler Birliğinde olduğu gibi, başarılacaktı.Yoldaş Lenin başarmıştı biz neden başarmayalım?!....
Amca hala konuşuyordu Kiğı’da ki çobana nasıl okuma yazma öğrettiğini.
Beyni zonkluyordu aslında…Keşke Bostancı’da kafayı vurup yatsaydı…Ama bir kere saplanmıştı düşünceler beynine…Yaşamıştı o günleri. Gözlerini kapasa bile faydası yoktu, geçmiş su gibi akıyordu gözlerinin önünden…
Saf ve temiz Anadolu çocuklarının eline Marks, Lenin, Stalin, Mao vs. ne yazmışsa ne söylemişse onlar tutuşturuluyordu. Üç yüz- beş yüz gencin elinde ki çakar almazlarla devrim yapılamazdı ama önce Faşizm sindirilmeliydi.
Kardeş kanı dökülecekti ki devrim meşalesi yansın…Öyle de yaptılar!!! Oluk oluk kardeş kanı akıttılar…
Amca susmuştu…Kalktı, kuşetini açtı ve iyi geceler dileyip, yattı…
***
Rivayet edilir ki ; Deniz Gezmiş ve arkadaşları asıldığı günün akşamı bunlar Bayramoğlu sayfiyesinde oturup rakı içip, hala dünyayı fethetme nutukları atarlarmış. Kemal Tahir : “ Ulan, utanın be, gençleri ipe gönderdiniz ama utanmadan hala burada oturup, rakı zıkkımlanıyorsunuz” demiş.Utanmışlar mıdır acaba? Utanmadılar ki yedi bin genci kara toprakta, onbinlercesini de 12 eylül döneminde mahpus damlarında çürüttüler. Şimdi dönüp arkalarına bakıp, kendisiyle hesaplaşan kaç kişi var? Evet…bir iki istisna var o kadar… Öbürleri piri pak!....
***
Şimdi, Anadolu’dan gelen saf ve temiz çocukların eline Marks, Engels, Lenin vs tutuşturulmuyor. Omuzlarına 15-20 kg lık kameralar verilerek bilmem hangi medya fahişesinin bilmem hangi zengin piçiyle düzeyli birlikteliğini görüntülesin diye bar, kafe ve diskoteklerin önünde sabahlara kadar nöbet tutturuluyor.
Ekranlarda baldır – bacak , meme showu gırla gidiyor. Ar damarları çatlamış.
TV kanalı değil umumhane sanki mübarek…Onların yerine utanıyordu….
***
İlkeli insanlardı bunlar! Hani zenginlerin malına el koyup, fakire paylaştıracaklardı ya!!!! Gerek sağlıklarında gerekse ölümlerinden sonra , Vehbi Koç ile Sakıp Sabancı’ya methiyeler düzdüler. Kendi ensesi kalın patronlarının kasası dolsun diye (tabii ki kendi cepleri de dolsun, milyon dolarlık villalar da otursun bilmem hangi marka Fransız şarabı zıkkımlansınlar diye de) TV ekranlarında, gazete sayfalarında ne şaklabanlıklar yaptılar. Hükümetler düşürüp, hükümetler kurdular! Bir zamanlar Mustafa Suphi’nin katili Faşist Kemal dedikleri Yüce Atatürk’ü istismar edip, Atatürk’ün yüce kişiliğini kullanıp, ceplerini doldurdular!
Bülent Ecevit’in son iktidarında ne hokkabazlıklar yapıp, patronlarının servetine servet katacak basın kanununu çıkarttıklarının ertesi günü, Ecevit’i bir günde gözden çıkartıp, istifa peşinden de seçim sürecine taşıdılar.
28 Şubat sürecinde manşetten düşürmedikleri Çevik Bir paşayı,Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladığı basın toplantısında; bir arkadaşlarını azarladı diye o gün defterden sildiler.
Yetmişli yıllarda ve 12 eylül sürecinde Türk Generalleri bunlar için : Faşist Generallerdi…
Sonra kıç yalamaya başladılr…
Hala da yalıyorlar…
***
Kondüktör “ Eskişehir istasyonu, inecek yolcularımız kalmasın” diye sesleniyordu…Gözlerini kapadı, sabah Ankara’da yapacak işleri vardı….
İstanbul, 02.06.2006
12 MART
Üstünden tam 37 yıl geçti 12 mart muhtırasının. Tam da bugünlerde kimileri darbe tamtamları çalarken,dönüp geriye bakarken; 52 yaşındaki bu satırları yazan adamın, hayatına biri post modern olmak üzere tam dört darbe sığdı.
Demokrat babanın minik oğlu pek anlayamadı 27 mayısta olanları. Devlet dairelerinde vatandaş olmak yerine, aşağılanan,dövülen, küfredilen,kovulan ve vergi alınan birer meta gibi görülmekten bıkan genç baba, demokrat harekete katılmayı seçmişti. İsyankar ruhluydu, adalete,eşitliğe ve insanca yaşamaya çalışmaktaydı. Kimseye boyun eğmediği için hapse girmişti. Demokrat parti saflarında yer tuttu, iktidara geldiler. Ne kimseden intikam aldı, ne de kimseyi ezdi.
Millet tarafından yenilenler yenilgiyi kabullenemediler! Askeri kışkırttılar, 27 mayısçıları alkışladılar,pohpohladılar!!! Onların gözünde halk çarıklı ve sarıklıdan ibaretti. Cahil sarıklı ve çarıklı kim oluyordu da ülkede iktidar değiştirecekti. Ezilmeliydiler ve de ezildiler! Ezildiler ama ezenlere de bir daha seçim yoluyla iktidar vermediler.
12 martta da aynı olacak sandılar bizim sahte demokrat solcular. Önce alkışladılar ama sonra anladılar ki yok bu sefer işin rengi biraz değişik, Selimiye ve Davutpaşa kışlalarına yavaş yavaş taşınıp, uygun yerlerine cop monte edilince de tamamen karşı çıktılar.Artık asker bunların safında değildi ve komutanlar bunların gözünde birer faşist general idiler!
27 mayısçıların Adnan Menderes ve arkadaşlarını asmalarına alkış tutanlar, bu sefer devrimci üç genci ipe çeken 12 martçılara ateş püskürüyordular. - O günlerde 17 yaşındaydım ve karşı safta olmama rağmen bu üç genç için göz yaşlarımı tutamamıştım.-
İpler tamamen koptu o tarihlerden sonra! İşin içine KGB girdi.Bulgaristan ve Suriye üzerinden yağmur gibi silahlar sokuldu ülkeye. Basın devrimci kisvesi giydi. Devlet,vatan,bayrak,ezan diyen herkes faşist ilan edildi.Oluk oluk kardeş kanı akmaya başladı. Onlarca sol devrim fraksiyonları kuruldu. Ellerinde Sovyet silahları, organize edenlerin cebinde Sovyet rubleleri vardı. Polis bile POLDER ve POLBİR adı altında ikiye bölündü. Keza öğretmenler de aynı şekilde dernek adı altında birer fesat yuvaları oluşturdular. Disk adındaki işçi sendikası adeta ülkeyi kaosa sürüklüyordu. Her yerde grevler başladı. Sokaklarda bombalar patlamaya, geceleri evler bombalanmaya, kundaklanmaya, kahvehaneler taranıp, masum insanlar kurşuna dizilmeye başlandı.
Basın sol fraksiyonların elindeydi adeta. Kin ve nefret yazıları dur durak bilmiyordu. Devrimci ideoloji pompalanıyordu gencecik dimağlara. İlkokul çocukları bile sol elleri havada sol sloganlar atmaya başlamıştı. Binlerce insan öldürüldü. Öldürenlerin çoğu ya yakalanmaz yada yakalandığı gün polis tarafında salını veriliyordu. Meydanlarda mitingler düzenlenir, çoğunda istiklal marşı yerine enternasyonal marşı okunur olmuştu. 1977 de Taksim meydanında yapılan mitinge CIA karıştı ve onlarca insan öldü. Karşılıklı demeçler verilmekten öteye elle tutulur hiçbir şey yapılmadı. Polis şefleri, belediye başkanları, parti yetkilileri teker teker öldürülüyordu. Kan dökülmeden devrim olmazdı. Kardeş kardeşi öldürüyordu ama olsundu devrim başarıya ulaşacaktı.
12 mart koalisyon hükümetinin başbakanı senatör Nihat Erim, Maltepe Dragos’ta korumalarıyla birlikte plaja giderken, devrimci savaşçılar tarafından çapraz ateşle öldürüldü. CHP’li olan Nihat Erim için sol basın hiçbir zaman göz yaşı dökmedi.Deniz Gezmiş,Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın intikamı alınmış oluyordu böylece…
Derken bu kaos ülkeyi 12 eylüle taşıdı. O tamamen ayrı bir konu, ayrı bir hikaye… 12 eylüle kadar, kör ideolojiye körü körüne bağlanan solcu gençlerin içinde çok düzgün insanlar vardı.Bizimkilerle birlikte yakalandılar, nice işkencelere maruz kaldılar, askılara alındılar, elektriklere verildiler ama ne arkadaşlarını sattılar ne de eğilip büküldüler. Çoğu 12 eylül dönemi mahpuslarında çürüdüler, çıkanların bir kısmı sessiz sedasız bir köşeye çekilip, namuslarından, dik duruşlarından taviz vermediler. Bir kısmı başka ülkelere gidip, oraların vatandaşı olup bir daha ülkeye dönmediler. Gençliklerinin en güzel yıllarını kör ideolojiye kurban ettiler.Çoğunun bıyıkları daha yeni terlemişti bu işe soyunurken. Hayatları karardı, umutları söndü.
O günlerde onlar da biz de davamıza inanmıştık.
Ülkemizin ve milletimizin geleceğinin derdindeydik.
Şimdi saçlarımıza, sakallarımıza beyaz karlar yağmış birer dedeyiz çoğumuz.Göbekler sarkmış,romatizmal ağrılar,siyatikler. Artık canımızın derdindeyiz.
Birbirimizi yedik o günlerde, şimdi bir çoğumuz dostuz,arkadaşız… Dolduruluşa geldiğimizi anlamak için yedi bin ölü verdik, yıllarca hapislerde çürüdük.
Bizim içimizden çıkanların bazıları mafya babası oldular.Harama bulaştılar.
Bizim Eller
İstanbul, 07 Haziran 2007
Doğup büyüdüğüm, Kars,Arpaçay,Akyaka (Ağbaba -Şöregel) Çıldır yöresinde konuşulan ve Azeri Türkçesinin o yörelere mahsus şivesiyle; depreşen çocukluk günleri hatıralarımdan, dilimin döndüğünce bir demet gül sunmaya çalıştım...
|
|
Memleket seçim sathı mailine girdi ya artık! Ortalık toz duman oldu.
Millet istikbal derdinde, çıkar derdinde.
İşte onun için diyorum yağ alanın da bal satanın da….
Bugün gayıdıp, öz ellerimize getmey istiyirem.
İçime od salan ellerimize.
Canımın yarısını, üreğimi bırahıp geldiğim ellere.
Babamın, dedemin,nenemin,emimim,dayımın yattığı ellerim.
“Vetenden ayrılmah gem döğül amma/ Emehtar atalar analar galdı.”
* * *
El deyip keçmey olmaz. Baba yurdudur.
Hanedan yurdudur.
Gönlü de sofrası da açıh olan insanların yurdudur.
Namertler köprüsünden keçmeyen mertlerin yurdudur.
Açlığından şikayet etmeyenelerin,
Namusundan zerrece taviz vermeyenlerin,
Menfaat üçün başgalarının gabağında
El pençe divan durmayanların yurdudur.
Keşke men de orya gedeydim, gedeydim orda öleydim.
* * *
Yirmi gözden fazla evimiz varıydı.
Yüz başa yahın malımız, 300-400 can goyunumuz.
Gapıda dört nöker.
Ev nüfusu, çalışanların nüfusu 20 den fazlaydı.
Yani her gün yirmiden fazla can doyurdu o gapıda!
Böyüh bir gonağ otağı.
Gonağ eysih olmaz.Gonağ olmasa gonu gomşu eysih olmaz.
Bayram namazları orda gılınar,
Meherrem ayında 15 gün orda mersiye ohunurdu.
İmamın üçünde, yedisinde,onunda, gırhında orda çöreh verilerdi.
Çöreyin ocağı batmasın ganiydi.
Gelen de yeyirdi, geden de.
“Ele mi güven gez / Çıh dağlara güven gez
Ne feleğe bel bağla / Ne dövlete güven gez”
* * *
Kalbayı Selvi nenem.
Sinesinde çarpaz çapraz gardaş ve oğul dağı olan nenem.
Kurtuluş savaşı bitip, hudutlar bağlandıktan sonra gardaşı Eli bir
Neçe sefer gelir gedir. İrtibatı kesmir bunnarnan.
Lakin çuğulluyullar bu Türkiye’e gedip gelir diye.
Stalin denilen zalimin devri. Sürür bu gardaşı Sibire.
Ölene geder bu dörtlüğü söylerdi:
“Dağ üstünde dağ olmaz / Tikan üste bağ olmaz
Stayalan (Stalin) ölmese / Bu yaralar sağ olmaz”
Oysa Stalin çohdan gebermişdi.
Tendiri galadı mı, iki tehne hamır eliyerdi.
Buğda unundan çekerdi lavaşları, çörehleri.
Balaca balarlarıydıh bizler. Yığardı bizi aşhanaya.
Tendirin közünün içine düzerdi gartolları. Gartol kebabı deyerdih.
İsdi lavaşın arasına ineğin sarı yağını yayar, üstüne de o gartol kebabını goyardı.
Dürmeh eliyer yeyerdih.
Dadı damağımdadı hele ki, Kalbayı nenem gele de bir daha bize o dürmeyi vere.
Hacı dedem irehmettih ya bir mal ya da bir goyun kesende, aşhana da
Kemer ocağın baına yığılardıh ahşamın alaca garanlığında.
Kalbayı nenem bize çöreh eğişinde kebap çekeceh.
Çöreh, sofra, merhemet, sehavet sahabıydı nenem.
Alt terefimizde ki gomşularımız fegir-fugaraydılar.
Gucağ gucağ doldurar onalaraçöreh, aş vererdi.
Heç kimin döğüşüne davasına rıza görsetmezdi.
“ Oğul, ganı gannan yumazlar, ganı suynan yuyallar” deyerdi.
Bize öğüt nesihet eliyerdi. Ne mektep görmüşdü ne medrese!
Amma “ Öl Kalbayı Selbi öl, ki eğer sözü boğazından boğum
boğum pişirip çıhartmasan” deyecek geder bilgeydi.
“ Ele mi o güneyler / O guzeyler, o güneyler
Hesretler gavuşanda / Bayramın o gün eyler”
* * *
Anamın çoh toyuh cücesi olardı.
İki üç toyuh birden yatırardı kürke.
Evin içi, kapı baca toyuh cüce doluydu.
Koçköylü satançı Nejmeddin, bize gonah gelip, gonağ otağında oturur.
Gapı açıh galıp ki bir anaç toyuh, dalında da 20-30 cüce girdi otağın içine.
Men de 14-15 yaşlarında uşağam. Gahdım, cücelerin ortasından hoppanıp
keçecem ki çay getirim gonağa. Dayanabilmedi kişi:
- Eye gede, nagayreersen? Cücenin kıçesini gırajısan….
Cücenin kıçesini gırmah ne sözdü ay atası irehmettih.
Evimizi yıhtım, ocağımızı söndürdüm.
* * *
Toy meclisleri gurulardı.
Meclis deyip keçmeyin. Edep erkan yeriydi.
Mektep medrese görmemiş ama yol görmüş, yordam bilen nece akillerin
bulunduğu bire okul kimiydiler.
Saygı, hörmet ehsih olmazdı.
Gençler, gelinler gızlar bir başga mekanda davul zurna ile oynar,
böyühler, attılar toy meclisinde oturallar ve aşık dinliyerdiler.
Aşık Mehmet Hicrani, meclisin ortasında döşünde sazı cevelan eliyirdi.
Ya Kerem ile Aslı hekayesini annadar ya da Şeyhi Senan.
Divan ile başlıyar, zarıncı,atüstü,hoşdamak, yanık kerem, kesik kerem,
süsenberi, çıldır gözellemesi, göhçe gözellemesi makamlarında ohuyardı.
“ Cebel oynar a bala dağ üstüne dağ düştü
Şita vurdu ara yere çağ düştü
Bel büküldü saçlarıma ağ düştü
Adam gardaşını bele mi arar”
“ Ziyathan oğluydum gence beyiydim / Aslı etti her gelene gul meni”
Veya Azerbaycan'ın Rus istilası zamanında, Rus devletine başgaldıran
halk gahramanı Kaçak Nebi'in özütek Koçak hanımı Hacer Hanımın ağzından:
Nebim gezir Gazahlı'nın elinde
Aynalı elinde, geme belinde
Ay Nebim galdım düşmanların elinde
Gelesen gelesen ay Kaçak Nebim
Haceri özünden çoh goçah Nebim
Nebimin bığları eşme eşmedi
Papağı gülleden delih deşmedi
Nebimin atını heç at keçmedi
Gelesen gelesen ay nadan Nebim
Urusu yerinden oynadan Nebim
Aynalıyı ol direhden endirdim
Endirdim de sol gol üste mindirdim
Bir naçalnik oniki saldat öldürdüm
Gelesen gelesen ay Kaçak Nebim
Haceri özünden çoh koçah Nebim
Gazamat isdidi Nebim yatabilmirem
Gollarım Bağlıdı açabilmirem
Saldat gapıdadı gaçabilmirem
Gelesen gelesen ay nadan Nebim
Divanı yerinden oynadan Nebim
Dilan'lı Muğdet çıhardı meclisin bir saatinde.
Muğallit adamıydı. Naygaraydı.
En çoh Kürtleri tağlit eliyerdi.
Tatıydı, terekemesiydi.Herkes alardı öz payına tüşeni.
“ Eye can, bizim İsmeyil ahşam gonağlığa gedip gomşuya.
Gece bir vahta geder oturar sonra gaha ki evine gayıda.
Tam da tüşman sahabı ağaının çeperinin yanınnan keçende, bunun
garnına bir ağrı tüşür kü sormayın. Bahırki eve çata bilmeyecek.
Şalvarın bağını açıf ele oryaca oturmağ istiyir.
Ağa da gece garanlığında sağı solu gözlüyürkü nece ola tüşman geler.
Bahırki çeperin dibinde bir garaltı var. Bağırır uşahlarına :
- Eye alın silahları, çeper divinde adam var. Oddoyun.
İsmeyil bahırki posdu deldireceh. Başlıyır bağırmağa:
- Gurvan oloom ay ağa. Adam madam döyülem. Nevi’yilin
İsmeyil’em. Mazarratdanmışam, sıçeerem.
- Eye tatdar hoşunuza getti ele? Ahı Meşedi lelen de Isfahan’dan
bir gümüş ahdafa gığırdıfdı.
- Ahdafanın yeyesi kimdi ay Muğdet?
- Men nebilim men eye. Yeyesinin de senin de… Otu ottuğun yerde
felan feşmekan oğlu.
* * *
Hayıflanıram ki öz özüme, çoh hayıflanıram.
Deyirem ki öz özüme:
- Keşke men de Şehriyar kimi bir böyüh şair olaydım.
Öyküneydim Heydar Baba’ya…
Gedeydim geriye, bunarın hamısını hece hece şiire tökeydim.
Gitti o büyüklerimiz birer birer.
“Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden / Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden.”
Elagöz Dağı ve Çocuk
Bizim bölgemizde, en yüksek yerleşim birimlerinden en düşük rakımlarda, düz ovalarda yaşayanların sabah akşam karşılarına çıkan en büyük varlık; Elagöz Dağı’nın (Yöre halkı Eleyez, Elayöz veya Elegez olarak telaffuz etmektedir.) heybetli görüntüsüdür. Karadeniz’in doğusundan güneye doğru uzanan Küçük Kafkasların en son ve en yüksek noktasıdır Elagöz. Kuzeyindeki sıra dağların çıplak gözle görülen uzaktan görüntüsü bile ürkütücüdür, korkunçtur. Bu dağların eteklerinde bile yaşamak; en az altı ay kar altında ve eksi 40 derece soğukta, tabiatın insanoğlunun önüne adeta set çektiği zorluklarla boğuşarak yaşaması anlamına gelir.
Baharda; sabahın erken saatlerinde kalkanları Elagöz Dağı karşılar. Güneş ilk ışıklarını dağın doruğundan batıya doğru uzatırken, batı yamaçları alçak bulutların gölgesi altında kalır. Temmuz – ağustos aylarında bile yarık olan zirvesi beyaz karlarla örtülüdür. Yaz aylarında akşam güneşi ufukta kaybolduğunda Elagöz’ün zirvesi kızılımsı güneş ışıklarının yansımasıyla adeta bir renk cümbüşü oluşturur. Dört bir yanı karanlık sarmaya başlarken, Elagöz’ün zirvesi ışıl ışıldır. Güneş onu daha terk etmemiş, o daha güneşe iyi geceler dememiştir. Duyguların doruğunu soluyanların yıldızlara ulaşacağı yol; bu dağın zirvesinden mi geçer acaba!
Doğu tarafında bulunan yaylaları, baharda açılan envai çeşit çiçeklerin etrafa yaydığı mis gibi kokuları, gözlere cennet misali manzaralar sunan görüntüleri, şırıl şırıl akan pınarları, bol oksijenli tertemiz havası, platolarda yayılan koyun, kuzuları ve insanoğluna Tanrı’nın bahşettiği bu güzelliklerin yanı sıra tamamen doğal besinleriyle cana can katarlar. Daha aşağılara inildiğinde ise tarıma elverişli geniş ovaları ile karşılaşırsınız… Arpa, buğday, şeker pancarı, bostan sebzeleri… Daha güneyde narenciye, karpuz, kavun ve pamuk tarlaları alabildiğince uzanır…
Bir de anlatılan efsanesi vardır Elagöz’ün…
Ağrı ile Elagöz iki kız kardeştirler. Evin içinde sürekli kavga eden, bir türlü geçinemeyen iki kardeş…
Ağrı evlenerek evden ayrılır. Bir süre sonra karnı burnunda hamile bir gelin olarak baba evine misafir gelir. Bir iki gün iyi geçinen kız kardeşler, üçüncü gün şiddetli bir kavgaya tutuşurlar. Ağrı, sert bir cisimle Elagöz’ün kafasını kırar (yöre ağzıyla: başını yarar), Elagöz’de Ağrı’nın karnını tekmeleyerek onun çocuk düşürmesine sebep olur. Bu duruma öfkelenen Tanrı, onları birer dağa dönüştürerek cezalandırır. Böylelikle Ağrı’nın yanı başında düşürdüğü çocuğu, Küçük Ağrı Dağı yükselirken, Elagöz’ün de kafası yarık olarak kalır.
* * *
Kuzeyden esen Demirkazık rüzgârının başlattığı tipinin göz gözü görmediği bir kış gününde, okul çıkışı çantasını sırtına vurarak 7 km. yolu yürüyerek evine gitmeye çalışan, on yaşındaki ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi çocuk; önce yolu bulacaktır ama görüş mesafesi sadece 10,15 metredir. Şiddetli tipinin ağzına doldurduğu kar tanecikleri, nefesini kesmektedir, eğer bir tedbir almazsa boğularak ölmesi muhtemeldir. Donmak üzere olan elleriyle baba yadigârı atkısını, sadece gözleri görünecek şekilde yüzünü ve özellikle de ağzını kapatmak için kullanır. Karahan çayı donmuştur. Onu geçmekte bir engel yoktur ama beş yüz metre ötede geçmesi gereken bir çay daha vardır.
Terelik suyu, Gökdağ’ın eteğinden çıkan pınarların oluşturduğu küçük bir çaydır. Üstünde herhangi bir köprü yoktur. Eksi 25,30 derece soğuğa rağmen bu su donmamaktadır. Yöre halkı bu suyu “ kara su” diye adlandırır. Yaz aylarının en sıcak günlerinde bile, parmağını içinde üç dakika tutamazsın, zira dondurur. Kış aylarında ise en sert soğuklarda bile üstünden buhar çıkar ve kenarlarında veya içindeki küçük adacıklarda yemyeşil su teresi biter. Yöre halkı bu tereyi ve o suda yaşayan “kızıl alabalık”ları bazı hastalıklara iyi gelir diye ilaç olarak kullanırlar.
Terelik suyuna ulaşan çocuk; kendi boyundan yüksek karla, bir girdap gibi dönen boranla uğraşırken; bir de bu suyun içindeki küçük kayaların üstünden sıçraya zıplaya geçmek zorundadır. Bu küçük kayaların üstüne dalgaların savurduğu su damlacıkları donarak bir buz tabakası oluşturmaktadır. Birinden ötekine sıçrarken ayağın bir kaydı mı, iki seksen suyun içine uzandın demektir. Bu da sudan çıkıp da daha iki yüz metre yürümeden kaskatı buz kesilip donacağının resmidir. Çocuk bunun bilincindedir ve içinden “ Şu meret Terelik suyu neden donmaz ki ” diyerek ağlamak istemektedir. Bu yüzden en kötü ihtimalle bir ayağını ıslatıp, yürüyeceği için ayağını sıcak tutmayı hesaplamaktadır. Nitekim öyle de olmuş, bir ayağı kayarak ıslanmıştır. Ayaklarında lastik ayakkabılar ve anasının elle ördüğü yün çoraplar vardır. Ayağındaki lastik ayakkabılar; seneye de giysin diye bir numara büyük alınmıştır. Zaten karın doldurduğu o bir numara büyük boşluğu şimdi bir de buz doldurmuş olacaktır. Her şeye rağmen küçücük yüreği bu zorlukları yeneceğine inanmaktadır.
Suyu geçtikten ve beş altı yüz metre daha yürüdükten sonra dereden sağa doğru çıkması gerektiğinden, dere boyunca yolu kaybetme ihtimali yoktur. Yol boyunca kayalara göz aşinalığı vardır. Onları teker geçip dereden çıkmayı başarır. Bu merhaleden sonra önüne bir düzlük çıkacaktır ve görüş mesafesi çok az olduğundan yolunu kaybetme tehlikesi yüksektir. Düzlüğe çıkıp bir müddet daha doğru yolda olduğuna inandığı istikamete devam eder. Islak ayağı yavaş yavaş donma sinyalleri vermektedir. Fakat hayret edilecek bir durumun meydana geldiğini hissetmektedir. Boran gittikçe şiddetini yitirmekte, görüş mesafesi biraz daha açılmaktadır. Birazdan önüne küçük bir tepe çıkması lazım, çıkar ve aşarsa Pirveli yaylası görünecektir. Yaylanın eteğini geçti mi al sana Sütlü bulak.
Küçük tepeyi de hesapladığı gibi aşar ama yayla mayla görünmüyor. Biraz daha ilerlerse yolunu şaşırma ihtimali onu çok korkutmaktadır. Umut ve umutsuzluk arasında yürümeye devam dedi…
Ne kadar yürüdü farkında değil ama tipi de diniyor git gide… Rüzgârla birlikte yüzüne çarpan kar taneleri arasında güneş ışınlarının sızdığını fark etti birden. Ağlamaklı ıslak gözlerinde bir sevinç belirdi. Görüş mesafesi biraz daha açıldı, sağdaki yamacın yaylanın eteği olduğuna inandı ve yamaca doğru inanç ve sevinçle ve de tükenmek üzere olduğu gücünün tamamını kullanarak yürümeye devam etti. Yamaca ulaştığında güneş ışınlarının iyice hissedildiğini fark etti. Küçük bir mola verip az dinlenmek istedi. Durdu, derin bir soluk aldı. Sağı solu kolaçan etti, başını doğuya doğru çevirdi ve karşısında Elagöz dağının zirvesini gördü…
Hayret edilecek bir durumdu. Önündeki vadi giderek şiddeti azalmış olsa bile fırtınadan görünmezken, yeryüzüne paralel bir tabaka oluşturan kar fırtınasını delerek, görünen bu azametli zirve onun yön pusulası olacaktı.
Yürüdü… Donmuş olan sağ ayağını artık hissetmiyordu… Sütlü bulak tepesini tırmandı, akşam güneşi önündeydi artık. Görüş açılmıştı, evler karşısında, Elagöz güneydoğusunda…
O çocuk, bugün bu satırları yazarken; çocuk dünyasının hayal âlemine bir kahraman gibi yerleştirdiği o dağı, bugün de hayatının bir parçasından ayrılmış gibi özlemektedir.
Bin yıllık Türk yurdu olan Elagöz Dağı, maalesef Ermenistan sınırları içindedir.Ümidim ve inancım o dur ki; onlar Ağrı Dağı’nı geri alma hayalleri kurarken, bu kadim Türk toprağı bir gün gelecek gerçek sahiplerinin eline geçecektir.
Bundan 30 yıl önce Sovyetler Birliği’nin dağılacağını, Türk Cumhuriyetlerinin birer bağımsız devlet olarak uluslar arası toplumda yerlerini alacağını söyleyenlere deli gözüyle bakar, gülüp geçerlerdi. Belki bugün benim bu temennime de gülenler olacaktır. Varsın gülsünler. Gerçek ortadadır ve hak sahibi de bizim milletimizdir. Bu düşüncelerim, asla katı milliyetçiliğin, şovenizmin sonucu olarak dilimden sadır olmuş değildir. Sadece hak sahibi olmamıza inancımın tezahürüdür.
Cahit KILIÇ
İstanbul / 3 Kasım 2009
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Sayfalarıma Hoşgeldiniz!... |
|
|
|
|
|
|
|
Vedalaşılmayan Vedalar! |
|
|
|
|
|
|
Zamansız vedalar
Belki alın yazgısı
Dinmez yürek sızısı
Kavuşmak arzusu
Az biraz oyalar
Vedalaşılmayan vedalar
Bu bir ateş çıngısı
Sönmez yürek yangısı
Kim bilir ki hangisi
Yanlışlık yanılgısı
Yüreğimi pareler
Açıldıkça
Açılıyor aralar
Belki bir gün kubbede
Feryadımı duyarlar
Mahşere mi kaldı
Vedalaşılmayan vedalar
İstanbul,29.07.2006
|
|
|
|
|
|
|
|
Aklıma Şaşıyorum! |
|
|
|
|
|
|
Bir gariplik var sanki
Anlatmak mümkün değil, inanki
Ruhumu çoktan kaybettim
Çarkı yaman dönen bir devran ki
Candan ayrıldı canan ki
Yürüyen kuru cesedim
Sen say ki ben, yaşıyorum
Anlayamadım etrafta dönenleri
Gelenleri gidenleri
Senleri - benleri
Ne çetin mücadeleyle ağır ağır
Tırmanmıştım merdivenleri
İnişim çok hızlı oldu geri
Aklıma şaşıyorum
Bütün suç bende mi acaba
Hep ben mi sığmadım boş kaba
Çok şeyleri mi katmadım hesaba
Ama ne emekler oldu heba
Uyandım, sıyrıldım hayal dünyamdan
Benden ne köy olur ne kasaba
Boşuna coşuyorum
Ne yaparsın ki ben buyum
İyi - kötü huyum - suyum
Ne boşum ne de doluyum
Ne ilkim ne sonuncuyum
Anlayanlar farkındadır durumun
Tam kenarındayım uçurumun
Tut elimden düşüyorum
|
|
|
|
|
|
|
|
İlk Adı Şiir |
|
|
|
|
|
|
Gönülden kopan selin
İlk adıdır şiirler
Sanki yeni bir gelin
Duvağıdır şiirler
Açan kızıl güllerin
Dalında bülbüllerin
Göğ(e) açılan ellerin
Muradıdır şiirler
Gece gündüz vaktimin
Sevgiliye ahdimin
Dara düşen bahtımın
İmdadıdır şiirler
Yılın ayın ve günün
Bağı imanın dinin
İnancıyla şairin
Evladıdır şiirler
Uzanan ellerimin
Bükülen bellerimin
Lal olan dillerimin
Feryadıdır şiirler
01.08.2006 İstanbul
|
|
|
|
|
|
|
|
Anlamadıysan Bari Sus |
|
|
|
|
|
|
Koptu gönül fırtınası
Göğü kapladı duman pus
Silinir şairin pası
Derdini söyler bahusus
Onun derdi dilden yana
Bir ateş düşürdü cana
Sözü verdiler hayvana
Dili kirletti o deyyus
Türedi yeni veletler
Dilimizi kirlettiler
Türk dilini inlettiler
Mezarda incindi Yunus
Ne susar ne de yorulur
Sanırsın ondan sorulur
Gün gelir elbet kırılır
Bu çöken mel’un-u menhus
Getir Kelime’yi Tevhid
Anla nedir Sırr-ı Vahid
Şimdi ne söyledi Cahit
Anlamadıysan bari sus
|
|
|
|
Bugün 3 ziyaretçi geldi! |