Bizden, sizden, onlardan... Şiir, deneme, makale... Biraz edebiyat, biraz siyaset, biraz hayat... Elimizden geldiğince, dilimizin döndüğünce...
 
Cahit KILIÇ
ANA BAŞLIKLAR  
  Ana Sayfa
  ŞİİRLER
  Makaleler
  DENEMELER
  Usta Şairlerden Seçmeler
  Albüm
  Ziyaretçi defteri
  Haberler
  Sayaç
  Site Linkleri
  İletişim
Bu sayfalarda yayımlanan yazı ve şiirlerin tamamı Cahit Kılıç'a aittir. Bütün telif hakları yazara ait olup, isim verilmeden yayımlanamaz ve kopya edilemez.
Makaleler


Kars’ın Kurtuluşu ve Kâzım Karabekir Paşa
 
Bugün 30 Ekim. Kars’ın kurtuluşunun yıl dönümü. 29 Ekim günü bütün yurtta olduğu gibi Kars’ta da kutlandıktan sonra; ertesi gün için yani 30 Ekim gününde kutlanacak bir başka bayrama hazırlık yapılır. Kars’ta 2 gün üst üste bayram kutlamaları, resmigeçitler yapılır. Gençliğimizde o bayram günlerine katılıp bayram kutlamışlığımız, törenlerde yürümüşlüğümüz, eski belediye binası önünde, akşam saatlerinde düzenlenen eğlencelerde davul zurna eşliğinde oynamışlığımız vardır. Şimdi bu kutlamalarda neler yaparlar, ne tür etkinlikler olur doğrusu bilmiyorum. Zira Kars’tan temelli olarak ayrılışımın üstünden 32 yıl geçmiş…
 
Özlüyor muyum? Hem de nasıl… Hatırladıkça içim burkuluyor, kalbime sızılar giriyor. Çocuklarıma vasiyetimdir: öldüğümde beni doğduğum topraklara, babamın yanına gömsünler.
 
Efendim, 93 harbinde (1877 - 1878) Osmanlı – Rus savaşında, Gazi Ahmet Muhtar Paşa kumandasındaki Kafkas ordusu, ağır kış şartları altında verilen çetin savaşlar sonucunda yenilgiye uğrar. 75 bin askerden oluşan Rus ordusuna mukabil Osmanlı ordusu 20 bin askerden mürekkepti. Özellikle Alacadağ savaşında arkadan muhasaraya alınan Osmanlı ordusu 5-6 bin kadar ölü ve yaralı, 8 bin 500 kadar esir vererek büyük bir yenilgiye uğrar. Birkaç yüz süvari, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı Rus ordusuna esir düşmekten son anda kurtarırlar. Hâsılı, Kars ve havalisi Kasım 1877’de Rus ordusunun eline geçer.
 
Kars’ın Kurtuluşu ve Tarihi Önemi
 
Tam 43 yıl esareti yaşayan Kars, Doğu Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir’in emrindeki kuvvetler; 29 Eylül’de Sarıkamış’ı geri aldıktan sonra, 28 Ekim’de Kars’ı kurtarmak için harekete geçer ve 9. Kafkas Tümeninin şehre girmesiyle, 30 Ekim 1920’de kurtarılmış olur. Kars’a giren kuvvetlerin başında ise Deli Halit Paşa ( Halit Karsıalan) vardır. Bu kuvvetler daha sonra doğu yönünde ilerlemeye devam ederek, Başgedikler – Yahniler, Arpaçay ( Zaruşat), Kızılçakçak – Şöregel, Ağbaba yörelerini kurtararak, Gümrü’ye girer. 22 Kasım’da Ermeniler ile ateşkese gidilir ve 3 Aralık’ta günü ise Gümrü antlaşması imzalanır.
 
Kars ve havalisin kurtarılması T.B.M. Meclisi Hükümetini ilk resmi zaferi, Gümrü antlaşması ise ilk resmi antlaşması bakımından çok önem arz etmektedir. Maalesef bu zafer ve antlaşma aşağıda anlatmaya çalışacağım nedenlerden dolayı, resmi tarih tarafından görmezlikten gelinmiş, şöyle bir üstünkörü değinilmiştir. Oysa Doğu Cephesi zaferleri, yeni yeni toparlanmaya başlayan T.B.M. Meclisi ordularına moral, Gümrü antlaşması ise bu hükümete uluslar arası resmiyet kazandırmıştır.
 
Kâzım Karabekir Paşa
 
Z. Mahir Baranseli’nin kitabına verdiği ad ile “Doğunun Kurtarıcısı Kâzım Karabekir” (Çok önemli ve adeta bir kaynak eserdir. Nerdeyse 40 yıl önce okumuştum. Şimdi elimde yok diye çok hayıflanıyorum.) bizim doğu illerimizde çok sevilir çok sayılır. Kendisi ayrıca “fakir fukara babası” olarak bilinir ve anılır. Gerek Birinci Dünya Savaşı sırasında gerekse de Milli Mücadele döneminde 6 bin kadar yetim çocuğun bakımını üstlenmiş, onlara hamilik, babalık yapmıştır.
 
Burada bir parantez açarak, kızı Timsal Hanımefendinin ağzından bir anekdot aktarmak istiyorum.
Sivas’ın bir köyünde bana da öğretmenlik yapmam için bir sınıf verdiler. 1960 senesi idi. 19 yaşındaydım. Bir gün "Sabri Koçak albay seni çağırıyor" dediler. "Beni niye çağırsın?" dedim. Odasına gittiğimde elini şöyle bir omzuma koydu "Bak kardeşim" dedi, ‘Senin baban senden önce benim babamdı’ Babamın yetim çocuklarındanmış Sabri Koçak Paşa da."
 
Bizim büyüklerimiz, yani 1880’li yıllardan sonra doğan dedelerimiz O’ndan ya sadece Kâzım Paşa ya da Kara Kâzım Paşa diye bahsedelerdi. Şimdi, yukarıda Allah var. Karslı büyüklerimiz asla O’na vefasızlık etmemişlerdir.
Şehrin en değerli ve işlek caddesine adını vermişler, Kars Garının (Demiryolları) batısındaki geniş bir alana (şehir merkezine bakan taraf) onun heykelini dikmişlerdir. Keza Halit Paşa’nın da adı bir caddeye verilmiştir.
 
Şimdi diyeceksiniz “ Bunun neresinde vefa var? Türkiye’nin her tarafında Kurtuluş Savaşı Kahramanlarının adları var. Karslılar da doğal olarak kurtarıcılarının adlarını önemli caddelere vermişler.” Ben de size “ çok haklısınız” derdim. Aşağıda kısa kısa vermeye çalışacağım olaylardan sonra, her babayiğidin harcı değil bu vefayı göstermek demek zorunda kalıyor insan.
 
Kâzım Karabekir’in Milli Mücadelede ve sonrasında kurulan Cumhuriyet için oynadığı kilit rol
 
Mustafa Kemal Paşa Ordu Müfettişliği görevinden istifa eder. Yer Erzurum.
Gelin gerisini “ Kâzım Karabekir Anlatıyor – Uğur Mumcu adlı eserden okuyalım. S.36,37 (Bu hadiseyi –aklımda kaldığı kadarıyla- Mahir Baranseli yukarıda bahsettiğim eserinde, M. Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas’ın ağzından ve biraz farklı biçimde anlatıyordu. Meramı anlatmak bakımından büyük ölçüde örtüşmeler var. Ve o kitap elimde olmadığı için, merhum Uğur Mumcu’nun eserinde yer alanı yazıyorum. C.K.)
“ ‘Paşam, siz askerlikten istifa ettiniz. Benim bundan sonra vazifeme devam imkânım kalmadı. Müsaadenizle Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’dan askeri bir vazife isteyeceğim. Evrakı kime teslim etmemi emrediyorsunuz?’
‘ Ya öyle mi efendim? Peki efendim. Evrakı Hüsrev Bey’e devir edin efendim.’
Bu konuşma, Erzurum’da bugün de Atatürk Evi olarak bilinen evde 10 Temmuz 1919 günü Mustafa Kemal Paşa ile Miralay Kâzım Bey arasında geçiyordu.
Mustafa Kemal ile Samsun’a çıkan 3. Ordu Kurmay Başkanı Miralay Kâzım Bey (Dirik) Erzurum’da askerlikten çekilen Mustafa Kemal Paşa’ya artık kendisi ile çalışmayacağını bildiriyordu.
Kâzım Bey selam verip odadan çıkar.
(…..)
Yaveri Cevat Abbas odaya girer ve Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir’in geldiğini haber verir.
Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşanın, Mustafa Kemal ile Rauf Bey’in tutuklanmalarını isteyen emri Kâzım Karabekir’e ulaşmıştır.Mustafa Kemal bu yüzden tedirgindir. Rauf Bey’e anlamlı bakar ve yaveri Cevat Abbas’a ‘Buyursunlar’ der. Mustafa Kemal tutuklanmayı beklemektedir.
Karabekir, odaya girerek Mustafa Kemal Paşayı saygıyla selamlar ve şunları söyler:
‘Kumandamda bulunan zabıtan ve efradın hürmet ve tazimlerini arza geldim. Siz bundan evvel olduğu gibi bundan böyle de muhterem kumandanımızsınız. Kolordu komutanına mahsus araba ile maiyetinize bir takım süvari getirdim. Hepimiz emrinizdeyiz.’
 Mustafa Kemal, Karabekir’in üstüne atlayarak bu eski arkadaşının boynuna sarılır ve birkaç kez öper.
Yazgı değişmiştir.”
 
Evet, yazgı değişmemiş olsaydı; Mustafa Kemal Paşa o gün tutuklanıp İstanbul’a gönderilseydi Milli Mücadele başlar mıydı? Bugün elimizde bulunan son vatan parçası kurtarılıp Cumhuriyet kurulur muydu? Bu soruların cevabını sadece Allah bilir.
 
Pekiyi, sonra ne oldu da, yazgıyı değiştiren adam zulümlere maruz kaldı?!
 
Kısa kısa geçelim. Kars’ın kurtuluşundan sonra Kâzım Karabekir Paşa,31 Ekim 1920'de Ferik ( Korgeneral ) rütbesini alır. 3 Aralık 1921'de TBMM Murahhası sıfatıyla Gümrü Antlaşması'nı imzaladıktan sonra; 18 Ekim 1921'de biten Kars Konferansı'na Türkiye Baş Murrahası olarak katılır. Ayrıca bu konferansa başkanlık yaparak; 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşmasını imzalar. 15 Ekim 1922'de Ankara'ya gelen Kâzım Karabekir, Edirne Milletvekili sıfatı ile meclis çalışmalarına devam eder. 17 Şubat 1923'de Türkiye'de ilk defa toplanan İzmir İktisat Kongresine başkanlık yapar ve 29 Haziran 1923'de TBMM'nin İkinci Devresi'nde İstanbul Milletvekili seçildiği dönemde; Doğu Cephesi komutanlığı görevini de fiili olarak devam ettirmektedir. 21 Kasım 1923'de "Milli Mücadelemizde Siyasi ve Savaş Yararlılığı" görülenlere verilen yeşil ve kırmızı şeritli İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir. Kâzım Karabekir, 21 Ekim 1923'de son askeri görevi olan I. Ordu Müfettişliği''ne atanır. 26 Ekim 1924'de bu görevinden istifa ederek sadece siyasi alanda faaliyet gösterir.
 
Her Devrim Kendi Çocuklarını Yer
 
Kâzım Karabekir, 17 Kasım 1924'de TPCF (Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası) kurucuları arasında yer alarak; bir süre sonrada bu partinin başkanı oldu. Fethi Okyar hükümetinin düşürülmesinden sonra kurulan  İsmet (İnönü) Bey Hükümeti'nin Takrir-i Sükun Kanunu çıkarmasından sonra Doğuda Şeyh Sait İsyanı çıkınca ve bu isyanda TPCF'nin de rolü olduğu iddia edilir. Böylece 5 Haziran 1925'de Bakanlar Kurulu kararı ile TPCF kapatılır.
1926’da Mustafa Kemal Paşa’ya tertiplenen İzmir suikastı ile ilgili olarak; astığı astık – kestiği kestik, temyizi olmayan İstiklal Mahkemesinde yargılanır ve beraat eder.
Gene kızının, Timsal Hanımın ağzından İstiklal Mahkemesi:
 
Mahkeme başlıyor, salonda bulunan bütün subaylar ayakta. Mahkeme Başkanı Kel Ali (Ali Çetinkaya) içeri giriyor ve subaylara oturun diyor. Ancak bütün subaylar ayakta, Karabekir Paşa arkasına dönerek eliyle ourmalarını gösteriyor ve subaylar oturuyorlar.”
“Suikast mahkemesi çok enteresandır. Bütün askerler silahlarını masaya koyup bekliyorlar. O sırada, askeri, bir manevra ile Çeşme’ye çekmek istiyorlar. Hiçbiri gitmiyor. Ve hatta diyorlar ki "Paşaların, bilhassa Kâzım Karabekir"in aleyhine bir karar alınırsa burayı yok ederiz. Durumu Mustafa Kemal Paşa’ya iletiyorlar. ‘Beraat ettirin paşaları"’kararı alınıyor. Yani paşalar çok kolay beraat etmiyorlar ya da çok kolay beraat etmeleri istenmiyor."
 
Bu hadiseden sonra Karabekir, 1927 senesinde emekliye ayrılır ve İstanbul"a yerleşerek kabuğuna çekilir. Kayınpederinin yardımı ile de, bugün müzeye dönüştürülen köşkü satın alır. Burada 1930’dan 1938 yılına kadar çok dar bir çevre ile temas kurar. Onu bu dönemde yalnız bırakmayanların başında Nevzat Ayasbeyoğlu, Cafer Tayyar Eğilmez, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gelmektedir. Evi basılır, 40 çuval kitap toplanarak götürülür. Bütün hatıraları imha edilir.
Kızının Timsal Hanımın ağzından: “Köşkün karşısındaki yerde polisler yuvalanmıştı. Kâzım Karabekir evinden çıktığı anda arkasında mutlaka polis takibi vardı. Ve babam yüreği o kadar iyi bir insandı ki, bazen tramvaya binermiş, bakarmış ki polis aşağıda kaldı. Hemen vururmuş cama ‘Oğlum, Cafer Tayyar’a gidiyorum, oraya gel’ dermiş. Annem de kızarmış ‘Niye söyledin? Madem atlattık, bırak’ diye. Babam ‘Onlar da ekmek için bu işi yapıyorlar. Ekmeklerinden olurlar’ dermiş. Annem biraz daha sert bir hanımdı. Erenköy Tren İstasyonu’na gelirlermiş, bakarlarmış iki tane polis arkalarında. Hemen "Gel bakayım çocuğum buraya. Eve kadar nasılsa geleceksiniz şu paketleri taşıyın bari" dermiş."
Kızı Hayat Hanımın ağzından: “Ramazan ayında ikiz kardeşim Emel ile beraber okulda oruçluyuz. Sene 1938. İlkokul 4. sınıfta oruç tutan birçok arkadaşımız var. Oruç tuttuğumuz için büyük bir mutluluk içindeyiz. O gün hocamız `Çocuklar bugün kimler oruçlu?` dedi. Hemen benle kardeşimi kürsüye çağırdı ve birer bardak su doldurdu, bize zorla içirdi. Sonra `Paşanın kızlarının orucunu bozdum` diye Maarif Müdürlüğüne haber gönderdi. Bu olay, beni çok etkiledi, yıllardır içimde kalan bir acı”
 
İki Damla Göz Yaşı (Kâzım Karabekir)

Yetmiş lira ile bir emekli adam!
İken, ikiz kızımız da doğdu. Tamam,
Evet... Tamam, çünkü kaçıyor herkes benden,
Ve ben sabahları erken,
Yavruların hazırlıyorum sütlerini,
Kaçıp gitti evdekiler,
Parasız kim, kimi bekler?
Tam bu sırada hastalık saldırdı bize,
İki yavrumla anneleri diz dize,
Sancılar altında kıvranıyorlardı,
Hayatımın artık kalmamıştı tadı,
Kalmamıştı elimde hiç satacak,
Pekiyi... Ya bu hastalara kim bakacak?
 
 
Kars halkı için bir başka kahraman olan Halit Paşa ise 1925 yılında Meclis koridorlarında Kel Ali tarafından vurularak öldürülür. Kel Ali için soruşturma açılmaz, taltif edilir ve İstiklal Mahkemesi başkanı olur.
 
Yılmaz Karakoyunlu, Üç Aliler Divanı isimli kitabında şöyle yazar: (Mealen) “İstiklal Mahkemesi bittikten sonra Anakara’da akşam balo tertiplendi. Balonun bitimiyle dışarı çıkan üç Aliler, Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’nin yanlarına sıfır kilometre birer otomobil yanaştı. Üçü de yeni otomobillerine binerek evlerine gittiler.”
 
Son olarak Atatürk’ün helalleşme isteği, kızı Timsal Hanımın ağzından: “Atatürk 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda tertiplenen uluslararası bir Tarih ve Dil Kongresi’ne kendisini de çağırmış ve o da davete icabet etmiştir. Ancak, Karabekir, eşine verdiği söz yüzünden kongreden erken ayrılınca Atatürk’le görüşebilme imkânı bulamaz. Dolayısıyla ikisi arasındaki bu durum yine çözülemez: "Atatürk Dolmabahçe"de hasta yatarken "Çağırın Kâzım’ı helalleşmek istiyorum" diyor. Babama onu da bildirmiyorlar. Hatta ablamdan duyduğuma göre "Gider miydin babacığım?" dediği zaman "Tabii giderdim. O Mustafa Kemal’di" diyor."
 
Dedelerimin Kâzım Karabekir Paşası, bu olanlardan sonra siyasete ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü’nün daveti ile 1938 yılında döner. İstanbul milletvekilliği yapar. 1946-48 arasında da TBMM Başkanlığı"na getirilir. 26 Ocak 1948'de kalp krizinden hayata gözlerini yumar.
 Mekânı Cennet olsun…
 
Paşamın akranları olan Cennet mekân dedelerim Hacı Hüseyin Kılıç, 1965 yılında 85 yaşında, diğeri Hasan Erdoğan ise 1989 yılında 100 yaşını aştıktan vefat ettiler. Merhum babam Kerim Kılıç ise 1336 (1920) doğumludur. Yani Kars’ın kurtuluş yılında, tahminen mart ayında doğmuştur.
 
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı bütün ulusumuza, 30 Ekim Kars’ın kurtuluşu Karslı aziz hemşehrilerime kutlu olsun.
 
Cahit KILIÇ
30 Ekim 2009 / İstanbul
 
Not: Her iki dedemden (babamın ve annemin babaları) dinlediğim, İstiklal Harbine bizzat katılarak yaşadıkları savaşı ve tanık oldukları olayları da yazmayı düşünmüştüm. Fakat yazı çok uzun oldu. Uzun yazılar okuyucuyu sıkıyor, birinci ve son paragrafa bir göz atarak gitmelerine sebep oluyor. Bu nedenle yazmaktan vazgeçtim. Belki bir başka yazıda anlatırım inşallah.






 

YILMAZ ÖZDİL – MÖZDİL

Yılmaz Özdil biraderimiz coşmuş gene...

Ahmet Türk’ün ağzından konuşuyor:

- Töplümsel süreç…

Ayıptır.

Tek kelime ile, ana dili farklı olan birinin Türkçesiyle; ülkede en çok satan bir gazetenin sayfalarında dalga geçmek ayıptır. Yıllarca “kıro” diyerek aşağıladınız adamları, yetmedi mi?

İtiraf et, ben faşistim de! Açılım maçılım, barış marış… içime sindiremiyorum de… uyar sana…


Sonra devam ediyor: ( Başbakan’ın ağzından)

“Şimdi bak, iyi dinle... Birkaç dönek bul, bir-iki liboş ayarla, ortalık ANAP’lı, DYP’li eski bakan kaynıyor, harmanla onları, biraz yalaka işadamı ekle, iki tutam Alevi serp, koy vitrine.”

Şöyle başını çalışma odandan çıkar… sağa bak, sola bak… yaptığın haber programına, yazdığın gazeteye bak…

Açılımı sevdiğiniz yerler yani…

Baldır, bacak… meme, gerdan… yani … ya da hani…bolca dönek – mönek, godoş - modoş…

Mesleğinizden biri de otel lobileri falan diyor… profesyonel kadın madın hani…

Birilerine pazarlama falan… pezo - mezo…


Kısa geçelim…

Devam:

- Villa milla…

Ertuğrul’un villası mı? (Bu ülkede, dönek denilince akla gelen ilk ismin kim olduğuna dair, seninle iddiaya girelim mi?)

Kusura bakma, okuma yazmam zayıftır… Karıştırıyorum bazen, hani o bakımdan…


- Arayayım mı Fettah’ı?

( Bu Fettah yeni çıktı, basında adını gördüm… Kendisini tanımıyorum ama tanıdık isimler aşağıda.)

Telefonun öbür ucunda devletin bakanı Güneş Taner… Genel yayın yönetmeni konuşuyor :

“ Alo… Oğlum Güneş, hallet şu işi ya!” ( Aydın Doğan’ın bir devlet ihalesi işi)

“………”

“ Yani kafamın tası atıyor… Hani söyleşi bahanesiyle gelecem yanına, sonra basacam kalayı…” (mealen)

Kalay basılacak kişi devletin başbakanı… Mesut Yılmaz…

Senin şimdiki patronunla enseye tokat… Hani kanka – manka…

Devlet bankasından alınan krediyle gene devletten satın alınan banka – manka…

Hani geçmişte kalan “ Töplümsel süreç…”

Balık hafızalı milletiz ya! Hatırlatayım dedim, yani o bakımdan…

Belki yüz kızarmaca – mızarmaca…



Ara sıra yokla bu sayfaları… Öpülmeye devam – mevam…

Çünkü faşistlere alerjim var….



06 Ağustos 2009
 





Aydın Kimdir, Nasıl Aydın Olunur?
Cahit KILIÇ

Aydınlanma Çağını bilmeden nasıl aydın olunur? Kendini " aydın" diye tarif eden herkes aydın mıdır?



 
:ID:

Epeydir kafamda tasarladığım ama bir türlü oturup da yazamadığım bir konudur bu. Son birkaç yılda ülkemizde önüne gelen “ Aydınlar olarak” “ Ben bir aydın insan olarak” “Aydınlar mektup yazdılar” “ Aydınlar özür dilediler” ve sair söylemlerle bir Aydın havası çalıyor.

Geliniz “Aydın” tarifi yapmadan önce bir “ Aydınlanma Çağına” kadar gidelim. Neler olmuş, kimler bu akıma katılmış ve ‘Aydınlanma Manifestosu’nu kimler kaleme almış, kimler nasıl savunmuşlar ve nereye ulaşmışlar ona bir bakalım.

AYDINLANMA ÇAĞI

Aydınlanma nedir: Eleştirel felsefenin babası kabul edilen Immanuel Kant (22 Nisan 1724 Königsberg – 12 Şubat 1804 Königsberg, bugünkü Kaliningrad) şu tarifi yapar “ Aydınlanma, insanın kendi kusuru nedeniyle içinde bulunduğu erginlik öncesi durumdan çıkışı olarak tanımlanır. Ergin olmayış, insanın bir başkası tarafından yönetilmeksizin kendi aklını kullanma yeteneğinden yoksun olma durumudur. Bu durum, akıl yetersizliğinden değil de, insanın başkasının yönetmesine gerek kalmadan kendi kendini yönetecek kararlılık ve yüreklilik eksikliği sonucu ortaya çıkıyorsa, bütünüyle bizim hatamızdan kaynaklanıyor demektir. Sapare aude! Kendi aklını kullanma yürekliliğini göster. İşte Aydınlanmanın sloganı.” (1784)

XVIII. yy ENTELEKTÜEL HAREKETİ VE BU HAREKETİ BAŞLATAN AYDINLAR

XVIII.yy aydınları “ İnsanın belirgin özelliği bilme ve öğrenme yetisidir; insanlar yetisini önyargılara ve kör inançlara karşı kullanmak zorundadır.” teziyle ilk kez ilahi esine ve dini otoriteye karşı önceliği akla ve deneyime vermiş olan Galilei’nin , Descartes’ın ve Newton’un mirasçıları olarak, ve o yüzyılın aydınları John Locke (29 Ağustos 1632 – 28 Ekim 1704) ve Pierre Bayle’İ (1647-1706) izleyerek ermişlerin yaşamı gibi sözde ilahi gerekçeleri veya doğaüstüne dayalı açıklamaları çürütmek amacıyla, eleştirel bir yöntem belirler ve aynı süreçte ilahi hukuka dayanan monarşiyi eleştirmeye başlarlar.

Montesquieu (1689 – 1755) Avrupa ve özellikle İngiltere’ye yaptığı bir seyahatten sonra, yeni bir tarih felsefesi formüle eder. “ Her monarşi yönetiminde, gerek ahlaki, gerek maddi birtakım genel nedenler vardır. Bu nedenler o monarşiyi yükseltir, destekler veya yıkılıp gitmesine neden olur; meydana gelen olaylar bu nedenlerin etkisiyle gerçekleşir.” ( Considerations sur les Causes de la Grandeur des Romains et de Leur Décadence, 1734)
Montesquieu, 1748 yılında Kanunların Ruhu Üzerine (Del’ Esprit des Lois) adlı eserini yayımlar ve büyük bir başarı kazanır. Bir dönüm noktası olan bu eserinde, siyasi düzenleri analiz ederken bir ülkenin yasalarını, onun törelerine, iklimine ve ekonomisine bağlayan kaçınılmaz ilişkileri açıkça anlatır. Monarşik düzenin göreceliğini açık saçık ortaya koyar.
Bir yıl sonra Denis Diderot, (5 Ekim, 1713 - 31 Temmuz, 1784) Görenlerin Yararına Körler Hakkında Mektup ( Lettre sur les Avaugles à L’usage de Ceux Qui Voient, 1749) adlı eserini yayımlarken Geroges Buffon ‘da (1707 – 1788) Genel ve Özel Doğa Tarihi ( Histoire Naturelle Générale et Particuliére, 1749) adlı eserinin birinci cildini yayımlar. 1751’de de gene Diderot ve Jean le Rond d'Alembert’in (1717 – 1783) hazırladığı Ansiklepodi’nin birinci cildiyle, Voltaire’in XIV. Louis Asrı (Le Siecle de Louis XIV) eserleri yayımlanır.

Böylece 1750 – 1775 yılları arasında Aydınlanma Çağı’nın temel düşünceleri netleşir ve yayılmaya başlar. İngiliz kurumlarının ve İngilizlerin sahip olduğu özgürlüklere hayran olan Voltaire, (1694 – 1778) XV. Louis’in yönetimine şiddetli eleştiriler yöneltir. Voltaire, gerek Felsefe Mektupları (Lettres Philosophiques) gerekse İngiltere mektupları (Lettres Anglaisas 1734) ve de kitaplarında bilhassa da yazışmalarında entelektüel bakış açılarını ortaya koyar ve büyük bir etki sağlar. Toplumsal konularda ılımlılık göstermesine rağmen, adalet konusundaki haksızlıklara, fanatizme ve hoşgörüsüzlüğe şiddetle karşı çıkar. Ve onun döneminde Fransız Aydınlanması, Avrupa’nın kültürlü kesimini adeta fetheder. Voltaire, 1765’te şunları yazar : “ Akıllarda bir devrim gerçekleşti, Aydınlanmanın her köşeye yayıldığına şüphe yok.”


AYDINLANMA ÇAĞINDA ANA UNSURLARIN TARİFİ (ÖZETLE)


Aklın hakları: Lambert Markizi 1715’te “ Felsefe yapmak, akla onurunu bütünüyle teslim etmek, ona haklarını kazandırma, geleneğin ve otoritenin boyunduruğunu sarsmaktır” diye yazar. Aydınlanma düşüncesinin ortak temeli, aşkınlığın gerçeklikten önce geldiğini savunan metafiziği dışlamaktır.

Doğa rasyoneldir: Gerçeklik, fiziki dünyada, pratik evrende aranır. Dogmalar ve esinlenmiş gerçeklikler bir kenara atılarak gözler insanların ve nesnelerin somut dünyasına çevrilir. Akıl, dinin her şeyi açıklama, her şeye nokta koyma iddiasına karşı çıkar.

Özgürlük: “ İnsanın doğadan aldığı ve sahip olabileceği iyi şeylerin en değerlisi olarak kabul edilen durum, özgür olmaktır; bu durum ne bir başka durumla değiştirilebilir, ne satılabilir, ne de yitirilebilir; çünkü bütün insanlar doğal olarak özgür doğar, yani bir efendinin boyunduruğu altında değillerdir; kimsenin bir insanı mülkü olarak görmeğe hakkı yoktur. Bu durum gereğince de insanlar, kendilerince iyi kabul ettikleri her şeyi yapma gücünü, doğanın kendisinden almışlardır. Eylemlerini kendi keyiflerine göre yapma, mülklerini istedikleri gibi tasarruf etme hakkına sahiptirler. Yeter ki tabii oldukları hükümetin yasalarına aykırı bir şey yapmasınlar.” Louis de JAUCOURT (1704 – 1779)



AYDINLANMA’NIN MANİFESTOSU – Encyclopédie- Ansiklopedi


Filozof Denis Diderot ve matematikçi d'Alembert’in ortak hazırladıkları ve yayımcı Le Breton’un yayımladığı ve onlarca yazarın yer aldığı, 71.818 madde, 25 yıllık bir çalışmanın sonucu ortaya çıkan 17 cilt metin, 11 cilt tutan resimli oymabaskı planşlar. Kendi yüzyılının bir yayıncılık şaheseridir. Aydınlanma’nın en ateşli savunucusu Diderot ‘un yanı sıra Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Buffon, Helvétius, d’Holbach, Quesnay, de Jaucourt, Grimm ve Turgot’nun katkılarıyla Aydınlanma Çağının başlamasını ve yayılmasını sağlayan ve de Aydınlanma’nın tüm ana fikirlerini ortaya koyan gerçek bir manifesto.
Ana başlıklar: Keyfiliğe karşı özgürlük için mücadele, Hoşgörüsüzlüğe karşı çıkma, Doğal eşitlik, Liberalizm ve yararcılık, Duyularla öğrenme, Aydın despotluğunun çelişkileri, Akılcılık.

Ayrıca radikal demokrat kavramları savunan Jean-Jacques Rousseau’nun,(1712 – 1778) Toplum Sözleşmesi ( Du Contrat Social, 1762) isimli eserini de bu kategoriye dâhil edelim.


AYDIN İNSANIN TARİFİ


Sözlük tarifi: Okumuş, kültürlü, ileri düşünceli, geniş bir bilgi birikimine sahip, ülkesinin ve insanlığın sorunlarıyla ilgilenen ve çeşitli biçimlerde (özellikle yazarak) kendini ifade eden kişi. Entelektüel. Münevver.


Bir başka tarif: 1960'larda Zeki SOFUOĞLU'nun bir konferansında söylediği ve Şevket Süreyya tarafından 1970'li yıllarda yazdığı bir yazıda yer alan "aydın" ın nitelikleri:
- Aydın, evvela, bir fikir, amaç (ülkü) ve karakter sahibi olacaktır. Amaç, ya da ülkü bir inanıştır. Bu inanılışa ise ihanet edemez.
Aydın, kandırmaz. Fakat inandırır. İnandırma yolunda ise, ancak bilime ve yüksek müspet bilgilere yer verir. Kafasında dokunulmaz "tabu"ların yeri yoktur.
Aydın cesurdur. Medeni cesaret sahibidir. Medeni cesaret ise, aydın için kahramanlık değil, doğal vasıftır.
Aydın hakikat bildiği, gerçek bildiği şeyi kendisine saklamaz. Onu yaymayı da vazife bilir.
Aydın toplumun hayrını ve çıkarlarını, kendi hayrının ve çıkarlarının üstünde tutar. Topluma verir, ama toplumdan karşılığını beklemez.
Aydın, bağlandığı ilkelere uygun bir yaşam sürdüren, dürüst ve feragatli bir insandır. Onun yaşamı ile prensipleri arasında çelişme yoktur.


İmdi, yukarıdan aşağıya verilmeye çalışılan bilgilerin ışığında soralım izin verirseniz!


-Sadece bir kör ideolojiye saplanıp her türlü hak ve özgürlüklere set çeken bir fikri insanların gözüne gözüne sokup, dayatan kişi aydın mıdır?

-Yılın nerdeyse 360 gününde bir köşede yazı yazan, her yazısı nerdeyse bir öncekinin aynısı olan, fikirden, düşünceden uzak, sadece kendi egosunu tatmin edebilmek için her türlü düzenbazlığı mubah sayan, insanları ve kurumları pervasızca kendi emeline uygun hale getirmek için elli takla atan basın madrabazı aydın mıdır?

-Keza, ona dönek, buna liboş, bir başkasına i... diyerek, devleti babasının malı, milleti de babasının sözleşmeli amelesi sanan kişi aydın mıdır?

-Gazetesinde yazdığı sürece patronunun vurgunlarına göz yumup hatta kıyısından köşesinden kendisi de nemalanıp, kovulduktan sonra “ Bunlar bana sansür uyguladılar, patronun menfaatleri için önümü kestiler ve sonra da kovdular” deyince aydın mı olunuyor?


-Patronunun konduracağı inşaat alanına ruhsat verilmedi diye velvele koparan, manşetlerinde darbe çığlıkları atan, ya da patronunun devlet ihalelerine girebilmesi için TBMM’de görüşülmekte olan kanunun, görüşme sürecinde mevcut hükümete her türlü yalakalığı yapıp pohpohlayan, kanunun çıktığı günün ertesinde ağza dahi alınmayacak hakaretleri o hükümetin başkanına reva gören kişi ya da kişiler aydın mıdır?


-Eğer aydın olmak dağdaki çobanın hakkını da savunmak ise, onun istediği partiyi seçmeyenlere oy vermeyenler için “ karnını kaşıyan adam, ampul kafalı, bidon kafalı” diyen adam aydın mı oluyor?


-Basın emekçilerinin istek ve arzularını, şikâyetlerini başbakana aktaracağım diye randevu talep eden, sonra da patronun kızını yanına alarak; patronun işlerini başbakana sunan bir başyazar aydın diye nitelenemezse, neden aval aval bu kişiyi okuyoruz?


-Her devrin, her partinin adamı olan, kaptığı köşesinde her hükümet veya partiye yalakalık yapan, kendisinin veya patronunun menfaati için elli dümen çeviren, ama ne de güzel kültür-sanat yazıları yazıyor diye aydın mı oluyor?


-Kadın baldır bacağını çarşaf çarşaf basarak, tiraj için lümpen gıdıklayan gazetenin köşesinde, aklınca ciddi ciddi siyaset ve fikir yazıları serdeden hırbo, aydın kisvesi altında çirkin yüzünü gizlemiyor mu?


-Bilim ve özgürlük yuvası olması gereken üniversiteleri adeta bir lise düzeyine indiren, “ yassah hemşerim” diyen, dayatmacı koca koca profesörler size Rousseau’yu mu çağrıştırıyor yoksa Hitler’in adamlarını mı?

Daha onlarca örnek bulur, soruları uzatırım. Meramımı anlatmak için yeterli oldu diye düşünüyorum.
Yazıyı, yaşanmış bir fıkra ile bitirelim.


Erzurumlu bir hemşerim nereye gitse ilk soru:

-     Nerelisin?

-     Erzürümlü

-     Dadaş mısan?

-     Hee, dadaşam

Bu olay bir, iki, üç, beş, on derken son defasında kafasının tası atıyor:

-     Erzurumlu musan?

-     Hee

-     Dadaş mısan?

-     Ya ne poham?



Aydın mısan?




Cahit KILIÇ
6 Haziran 2009 / İstanbul



 
 
Sayfalarıma Hoşgeldiniz!...  
   
Vedalaşılmayan Vedalar!  
 
Zamansız vedalar
Belki alın yazgısı
Dinmez yürek sızısı
Kavuşmak arzusu
Az biraz oyalar

Vedalaşılmayan vedalar
Bu bir ateş çıngısı
Sönmez yürek yangısı
Kim bilir ki hangisi
Yanlışlık yanılgısı

Yüreğimi pareler
Açıldıkça
Açılıyor aralar
Belki bir gün kubbede
Feryadımı duyarlar

Mahşere mi kaldı
Vedalaşılmayan vedalar



İstanbul,29.07.2006

 
Aklıma Şaşıyorum!  
 
Bir gariplik var sanki
Anlatmak mümkün değil, inanki
Ruhumu çoktan kaybettim
Çarkı yaman dönen bir devran ki
Candan ayrıldı canan ki
Yürüyen kuru cesedim
Sen say ki ben, yaşıyorum

Anlayamadım etrafta dönenleri
Gelenleri gidenleri
Senleri - benleri
Ne çetin mücadeleyle ağır ağır
Tırmanmıştım merdivenleri
İnişim çok hızlı oldu geri
Aklıma şaşıyorum

Bütün suç bende mi acaba
Hep ben mi sığmadım boş kaba
Çok şeyleri mi katmadım hesaba
Ama ne emekler oldu heba
Uyandım, sıyrıldım hayal dünyamdan
Benden ne köy olur ne kasaba
Boşuna coşuyorum

Ne yaparsın ki ben buyum
İyi - kötü huyum - suyum
Ne boşum ne de doluyum
Ne ilkim ne sonuncuyum
Anlayanlar farkındadır durumun
Tam kenarındayım uçurumun
Tut elimden düşüyorum

 
İlk Adı Şiir  
 
Gönülden kopan selin
İlk adıdır şiirler
Sanki yeni bir gelin
Duvağıdır şiirler

Açan kızıl güllerin
Dalında bülbüllerin
Göğ(e) açılan ellerin
Muradıdır şiirler

Gece gündüz vaktimin
Sevgiliye ahdimin
Dara düşen bahtımın
İmdadıdır şiirler

Yılın ayın ve günün
Bağı imanın dinin
İnancıyla şairin
Evladıdır şiirler

Uzanan ellerimin
Bükülen bellerimin
Lal olan dillerimin
Feryadıdır şiirler

01.08.2006 İstanbul

 
Anlamadıysan Bari Sus  
 
Koptu gönül fırtınası
Göğü kapladı duman pus
Silinir şairin pası
Derdini söyler bahusus

Onun derdi dilden yana
Bir ateş düşürdü cana
Sözü verdiler hayvana
Dili kirletti o deyyus

Türedi yeni veletler
Dilimizi kirlettiler
Türk dilini inlettiler
Mezarda incindi Yunus

Ne susar ne de yorulur
Sanırsın ondan sorulur
Gün gelir elbet kırılır
Bu çöken mel’un-u menhus

Getir Kelime’yi Tevhid
Anla nedir Sırr-ı Vahid
Şimdi ne söyledi Cahit
Anlamadıysan bari sus

 
Bugün 2 ziyaretçi geldi!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol